Get Even More Visitors To Your Blog, Upgrade To A Business Listing >>

DERUNÄ°... tam metin

Tags: gibi daha kadar
Berrak suların, nur misali köpüklendiği, zerreciklere bölünüp bir sis olarak havalandığı, insanın yüzüne değerken serin hisler bıraktığı yerde duruyordu. Coşkun sular çağıl, çağıl çağıldayarak şelaleleniyordu. Zerrecikler, tüm renklere hükmediyor gibiydi. Aklık kaplamıştı zamanı. Ak beyazlamalardaydı dünya. Nurlanmalardaydı beyazdan öte. O apak beyazlığın içinde çınar yemyeşil, aklanmalara inat.Kalkan sis misali bulut sadece yaprakları örtemiyordu. Kalın yüzyıllık gövde havada salınmalardaydı sanki. Düşen suyun tatlı, ak esintisi, yapraklara dans ettiriyordu. Öyle bir dans ki, ahenk, uyum, müzik kendi içinden beslenmelerdeydi. Uzanıp tutmak, yapışmak coşkulandı içinde. Uzandı… Duruverdi ağaç. Süzülmelerde, eğiliverdi. Her yaprak, her dal, gövde,sisler,sular saygı coşmalarında, saygı edebinde, saygı durulmalarında. Sustu, nur misali sular. Durdu sanki zaman. Zaman hiç yoktu ki. Olmayan bile durgundu. Sessizdi, sakindi. O yokluk ki kapladı her yanı. Daha da yoğunlaştı sis, daha da yoğunlaştı yokluk,yoğunlaştı hisler. Her şeyin, ağacın,zamanın yokluğun eğildiği tarafa oda eğildi. Görmek istedi. Aynı saygılanmalarda, aynı huşuyla baktı. Göremedi. Zorladı kendini. Duyuları coşkun, keskin. Göz oldu her hücresi, kulak oldu. Göremedi,duyamadı. Görünmeyene eğildi. Görünmeyene adandı. Görünmeyene çağladı yüreği. Coştu, öyle bir coşmalarda ki gönül, yokluğunda yok olduğunu sandı.Sis kıpırdanıverdi. Ağaç titredi. Su sessiz çağıldamalarda yeniden. İçine dönmek geldi aklına apansız. Aralandı sis, coşmada ağaç, coşmada su. Uzaktan çok uzaktan, derinden ezan-ı muhammed’i çınladı yüreğinde.Kayboldu aklık.Açtı gözlerini , derin suda kalmışta hava almak için ağzını açarmışçasına. Elinde tespihi, seccadesinin üzerinde, diz üstü hayallenmelerden uyanıverdi.“ Elhamdülillah” çekti usulca. Abdest tazeleyip, sabah namazına hazırlanmak için ayaklanırken, bir mutlu gülümsemedeydi yüreği. Yeniden ama bu kez coşkuyla“Elhamdülillah” dedi.

MEZAR…( üç ay kadar önce)
Onu ilk mezarlıkta hissetmişti. Daha ablasının kaybını kabullenemediği, hemen her gün o soğuk toprağın altında onu yalnız bırakmamak adına ziyaret ettiği günlerde. Evet. Görmek değildi. Sadece bir histi. O karmakarışık,bedbaht duyguların arasında tabii ki ayırt edilemeyebilirdi. Ama o çok net ve çok belirgin bir histi. Hemen gözünün ucunda fark edilebilecek kadar belirgin ama bakıldığında görülemeyecek kadar şeffaf. Hemen birkaç mezar öteden geçiveren, sesiz salınışlarda adımlar.Önceleri aldırmamış, üzerinde durmamıştı. Zaten duyguları karma karışıktı. Yeni bir yük kaldırmayacak gibiydi bünyesi. Ta ki onu, yeni kazılmış bir mezarda namaz kılar halde görünceye kadar. “Delirmiş” bu diye geçirmişti içinden. Kendisi ablasının mezarına bile yaklaşırken korkudan kan,ter içinde kalıyorken. Bu ihtiyar da ne yapıyordu böyle ? ürkmüştü, adamın yüzünde ki o mutluluk, o sükunet, o derin, adını koyamadığı, şudur diyemediği, daha önce hiç görmediği, hiç hissetmediği ifade olamasa, belki bir an bile orada durmaz, koşarak uzaklaşırdı. Ama oracıkta çivilenmiş kalmıştı. Sadece yüzü olmuştu dünya. Onun hissettikleri olmuştu tek his. Doyum, tadım tüm duyular girmişti iç içe.Babannesinin anlattığı mezarlık hikayeleri dolaştı zihninde. İnmiydi, cinmiydi neydi diye düşünürken, o namazını bitirdi. Göz göze geldiler. O gözler onunla yetinmiyor, ta içine, hislerine bakıyor gibiydiler. Silindi yine benlik, silindi hisler. Çöküverdi olduğu yere. Ağlamak geldi içinden. Şunca gündür içinde hapsettiği bütün acılar gözlerinden yaş olup fışkırıverdi. Bağırarak, çağırarak değil. Sel olup gözlerinden akarak. Ne ablasının vakitsiz ölümü, ne borcu, ne harcı, nede dünya kalmıştı içinde. Hepsi o sele karışıp gitmişlerdi. Sadece onlar mı,? saatlerde karışıp gitmişti o sele.Çok sonra fark etti gecenin çöktüğünü. Ne o kalmıştı ortalıkta, ne de gün. Karanlık hiç bu kadar sarıp,sarmalayıcı ve örtüp,gizleyici gelmemişti ona. Bildiği tüm korkular yitip gitmişti. Yeni bambaşka bir korkusu vardı ama daha adı konmamıştı. Öğrenecekti, bilmeden biliyordu öğreneceğini. Tek istediği o’nun çıktığı mezara girip yatmaktı. Yattı da. Anasının kucağına atlar gibi atladı çukura. Atlas nevresimlenmelerdeydi, pamuklanmalardaydı, kuş tüylerinden saltanat döşeklenmelerindeydi, toprak. Hemen sarmaladı uyku, bilinci kapanırken yeniden hissetti onu. Bu kez çok uzaklardan. Bir tebessüm yapıştı dudaklarına, öylece dalıp giderken uykunun en koyusuna.

CAMİİ…
Dingin, sakin, umutlu uyanıklıklara açtı, gözünü. Her biri bir inci yıldızlar, kırpışarak gevezelikte, sanki. Sarılırken uykuya, yüzüne yapışan gülümseme taptaze yerinde. Aşık bir delikanlı şevkinde gönül çırpınmakta. Ayaklandı, kanatlanmalarda. Başı ancak çıkıyordu toprağın üstüne. Ablası için düşlediği soğuk toprak, şimdi sıcacık ısınmalardaydı gönlünde. Bir hamlede çıkıverdi mezardan. Yeni bir hayata doğarcasına. Tüm olanları ardında bırakırcasına.Sessiz, sarmalayan karanlıkta küçük adımlarda kaçışmalar ve yoğun sessizlik. Kararlı, bilen adımlarla uzaklaştı geçmişinden. Yeniden doğumundan. Başka dalgalanmalarda his, başka coşmalarda yürek.Kabristanlığın büyük süslü kapısında çıkarken, bir an duraksadı. Dönüp son kez bakmayı düşündü. “Son kez mi?” dedi kendi kendine. Nasıl son kez olabilirdi ki, onunla tek bağlantısıydı burası. Birkaç metre ötede duran caminin siluet’i ilişti gözlerine. Daha önce hiçbir cami dikkatini çekmemişti böylesine. Daha önce bir caminin içine bile girmemişti. Ablasının cenaze namazını bile beklerken avluda durmuştu. İçeri girmekten içeridekilerden ürkmüştü sebepsiz. Saatine baktı. Sabahın üçüydü. Zamansızdı ama istiyordu. Nedeni,niçini yoktu. Sadece, dümdüz istiyordu. Ağır, ahşap kapının koluna uzandığında bir an cesaretini yitirir gibi olsa da vazgeçmedi. Yılların şahidi, her oymasında ayrı hikayeleri bulunan kapı, beklide ilk defa böyle bir saatte, amaçsız coşkular da açılıyordu. Sessizliği bozarsa her şey kaybolacakmış gibi çekingen ilerledi. İç kapı biraz gıcırdayarak açılınca etrafına bakındı şaşkınca. Karanlığa tam alışamamış gözlerini daha da kıstı. Ne göreceğini bilmeden bakındı. Büyük, renkli camlardan giren zayıf ışığa alışınca gözleri, dosdoğru minbere gitti. Sırtını kıbleye dönerek, oturdu. Kubbeye dikti gözlerini. Arapça yazıların, süslemelerin belli belirsiz kıvrımlarında aradı, sebebi. Bilmediği sebebin peşinde geldiği yerle ilgili hiçbir bilgisi yoktu. Sadece oturdu. Garip anlatamadığı, daha önceden de bilmediği o huzur yine yükseliyordu göğsünden boğazına doğru. Nedenini bilmese de doğru yere geldiğinden emindi. Sessizliği dinledi saatlerce, daha önce neden buradan bu kadar korktuğunu düşündü, geçen hayatını düşündü, beklide ilk kez yaratanı ve yaradılışını düşündü.
İMAM…
Gece üstüne üstüne çökmüştü. Ne uykuydu uyuduğu nede dinlenmek. Defalarca abdest tazelemiş her defasında şükür namazları kılmıştı ama geçmemişti içindeki sıkıntı. Hani görev yaptığı cami uzak olmasa belki bin defa gidip geldiydi şimdiye. Buraya tayininden beri ilk kez kapıları kilitleyip kilitlemediğini bilemiyordu. Bu şüphe ölmekten beterdi. Daha ezana bir saat olmasına rağmen daha fazla bekleyememişti. Kilitlediyse bile şüpheyle kıvranmaktansa uykusuz eminliği tercih etmişti. Kapının koluna uzanırken hala dua ediyordu. Kolu bastırıp kapı açılı verince başından kaynar sular döküldü. “Allahım. Lütfen hırsız girmiş olmasın diye dualandı.” Polis mi çağırsaydı bilemedi. Merakta etmişti. Korkuyla açtı iç kapıyı. Elektrik bataryalarının durduğu kutuya doğru giderken biri varmış gibi geldi minberin önünde. Ama o kadar hareketsizdi ki, insan olabileceğine ihtimal vermedi. Işıklar yanı verince haykırmamak için dudağını ısırdı imam. Minberin önünde üstü başı perişan, kızıl çamurlara bulanmış bir adem oturup duruyordu. Daha yirmili yaşlarda, güzel yüzlü, beyaz tenli bir delikanlı. Aklına gelen onlarca soruya rağmen konuşmadı. Kötü bir niyeti olsa orada oturup beklemezdi. Yapacağını yapar ve kaçardı. Ama bu kıpırtısız oturmalardaydı. Yanına yaklaştı. Yüzünü tam görebiliyordu artık.
“ Selamunaleyküm mübarek. Bu saatte hayır olsun”Şaşkınlığı yüzünden okunur halde baktı delikanlı. Ne onun farkına varmıştı, nede yanan lambaların.


DERVİŞ…
O camiye gireli, imamla tanışalı, o sabah namazını seyredeli üç ay olmuştu. Hayatında yaşamadığı kadar ilkler doluydu bu üç ay. Yeni öğrenmelerde, yeni yenilenmelerle dopdoluGünler geçirmişti. Ama ne onu bir daha görebilmiş nede cevaplar bulabilmişti. O içindeki his hiç bitmemiş, aksine daha güzelleşmiş, daha da kuvvetlenmişti….Sabah namazından sonra öğlene kadar aç bir çocuğun sevdiği yemeklere dalması misalinde, imamı soru yağmuruna tutmuştu. Nedenler ,niçinler,nasıllar. Aradığı her şeyin cevabı halbuki ne kadar da yakınmış. Namaza başlamıştı hemen öğle namazında. Bilmese de durmuştu rabbinin huzuruna. İstekle, susamışlıkla. Yaptığı her şey taklitti belki, cahildi ama anlamıştı. Yüz binlerin aynı vakitte aynı kıbleye yönelişini hissetmişti ta içinde.Ardından okumalara başlamıştı. Bulabildiği her şeyi okumuş, özellikle dikkatini çeken tasavvufi eserlere daha derinlemesine bağlanmıştı. Şimdi arayışı sadece o değildi. Onu da arıyordu şüphesiz. Ama artık aradığı cevaplarda vardı.Ulaşabildiği, her kese sormuş. Başından geçenleri defalarca anlatmıştı. Ama kimse şudur diyemiyor, yorum yapabilenlerde daha çok kafasını karıştırıyordu. Hemen her gün iki, üç defa mezarlığa gidiyor bekliyordu. Hatta o namaz kıldığı mezar kapandığı için yeni açılan kabirlerin başlarına notlar bırakıyordu. Bazen saplantımı yaptım diye düşünmekten kendini alamıyorsa da aradığı cevap hala ondaymış gibi geliyordu.Yine onu bulamadığı günün ardından, yatsı namazı sonrası evine dönerken gördü onu. Bu kez hissetmeden, aniden görüverdi. Devrilmiş bir çöp tenekesini düzeltmeye çalışıyordu. İşine öyle dalmıştı ki, ondan ve çöp tenekesinden başka hiçbir şey yokmuşçasına uğraşıyordu. Hemen laf atamadı. Geçti bir kenara seyretmeye başladı. Dudakları sürekli hareket ediyordu. Önce kendi kendine konuşuyor sandı. Acaba günlerdir aradığı sadece bir delimiydi. Peki hissettikleri neydi öyleyse. Ürkütmeden biraz daha yanaştı. Bölük pörçük sesler duyabiliyordu. Konuşmak değildi. Salavata benzer bir şeydi tekrarladığı. Biteviye ahengini hiç bozmadan devam ediyordu. Aniden durdu. Yavaşça döndü,
“ Öyle aval aval bakmada yardım et. Görmezmisin yetmiyor gücüm.”Çöp sularıyla vıcık vıcık olmuş çöp konteyner’inin sapına yapışırken, “hiçte beklediğim gibi olmadı diye düşündü” halbu ki neler hayal etmişti. O ilk karşılaşmalarındaki yoğun hissiyatı bekliyordu. O adı konulamayan alış verişi bekliyordu.
“ o acayip notları bırakan sendin demi ?”soru afallatmıştı. Hiç o notların ona ulaştığını düşünmemişti.
“ Senin yüzünden bütün mezar kazıcılarını takip etmek zorunda kaldım günlerce.”
“neden ?”
“neden olacak mezar bekçileriyle başım derde girmesin diye. İnsanlar anlarmı sanıyorsun. Her gönül kabullenir mi sanıyorsum ?”
“ neyi”
“o cevap bende değil. Gel aradığın tüm cevapları bilene gidelim.”
“ben sende sanmıştım.”
“ben bir fakir, cahilim benim kendime faydam yok sen ne beklersin”
“ya peki….”Bitiremedi sözünü. Dinlemiyordu.Kesin bir tavırla dönüp yürümeye başlamıştı. Yine dudaklar kıpırdanmaya başlamıştı. Aynı dalgınlığa geri dönüvermişti. Oda bildiklerini okuma ya başladı. Düşünmenin bir faydası olmadığını biliyordu. Adım ve dua ahenginde düştü peşine.

TEKKE...
Eski ama bakımlı caminin yan duvarına dayanmış ahşap bir binanın önünde durdular.
“abdest’in var mı ?”
“var”
“iyi, buyur o zaman.”
Kapı hemen ikinci kata çıkan merdivenin olduğu hole açılıyordu. Sağda kapalı bir kapı, solda da mutfak görünüyordu. Ayakkabılarını çıkararak kenara çekildi. Şimdi mutfağın tamamını görebiliyordu. İçeride kendisi yaşlarda beş genç, yer sofrasında sessizce yemeklerini yiyorlardı. “İnşallah buyur etmezler” diye düşündü. Yer sofrasında hiç yiyemezdi. Köyde de aynı dert yüzünden kimselere gidemezdi. Derviş mutfak kapısından girerken usulca selam verdi. Aynı şekilde selamı alındı. O zaman farkına vardı ki evin tamamı aynı huzurlu sessizlikteydi. Sessizce oda girdi mutfağa. Gençler ayaklanmışlardı. Samimiyetle ve sessizlikle sarıldılar. Hoş geldinizler, hayal gibiydi ancak hissedilebiliyordu. Sofraya buyur ettiler. Teşekkür ederek kenara çekildi. Üzerinde durmadılar. Arada sırada üst kattan hafif bir gıcırtı duyulsa da, kaşık sesleri bile sanki yutuluyordu. Nedensiz bir korkuya kapıldıysa da gençlerin güleç, temiz yüzleri içini ferahlatıyordu. Derviş yanına gelerek.“Efendi babanın misafirleri gitmek üzereymiş. Şimdi yukarı çıkalım. Huzura girdiğimizde selam vermene gerek yok. Ben sana daha sonra açıklarım. Sessizce bulduğun ilk yere otur ve seninle konuşulmadıkça da konuşma. Soru sorma. Zaten kalbindeki soruları zamanı geldiğinde efendi baba cevaplayacaktır.”Cılız bir sesle “ peki” diyebildi.Merdivenin yarısına geldiklerinde üs kat odalarının açıldığı salon görünüvermişti. Bembeyaz sarığı, bembeyaz sakalıyla başka bir beyazlanmalardaki ihtiyar gözleri yumuk, sakince konuşuyordu. Kalbi o kadar hızla çarpmaya başlamıştı ki, odadaki diğer misafirlerin her bir atışı duyduklarına yemin edebilirdi. Merdivenler bittiğinde derviş arkasından itekleyerek en ön saftaki boş yeri işaret etti. İtiraz edilebilecek bir durum olsa kesinlikle oraya oturamayacağını söyleyecekti ama mümkün görünmüyordu. Zaten dervişte boş bulduğu yere uçupta konu vermişçesine, oturmuştu. Önüne bakarak safların arasında ilerlerken, bembeyaz ihtiyarın gözlerini açmaması için dualar ediyordu. Sanki gözlerini açsa ve kendisini görse her şey dağılıverecek gibi geliyordu. Yerine oturunca etrafına bakınabildi. Kimse ona doğru bakmıyordu. Sanki varlığından habersiz gibiydiler. Oda anlatılanı dinlemeye başladı. Konuşulanlardan hiçbir şey anlamıyordu. Kendi dini bilgisinin çok üzerinde şeyler olduğu belliydi ama anlıyormuşçasına dikkatle dinliyordu. Yaşlı adamın sesi kendisini takip etmek zorunda bırakıyordu.Ne kadar zaman dinledi, kaç saattir diz üstündeydi bilemiyordu. Ne dizi ağrımış nede canı sıkılmıştı. Tam tersine kalbi yumuşamış, her sözcükte ağlama isteği daha da artıyordu. Kendisini tutmaya çalışıyordu. İçini ateş basmıştı. Hani bir an boş bulunsa avazı çıktığı kadar bağıra bağıra ağlayacaktı. Sonra sessizlik oldu. Salondan bazıları yavaşça ayrıldılar. Gözlerini açtığında onunla göz göze geldiler. Ne güzel gözlerdi. Sesi gibi bakışları da insanı okşuyordu.Taa içine, en derinine bakar gibi bakıyordu. Sonra gülümsedi, yada bilemiyordu oda aydınlanır gibi oldu. O kadifemsi sessiyle
“ Hoş geldiniz evladım. Meclisimizi aydınlattınız. Sizin gibi bir masumu, benim gibi bir günahkar ayağına getirtti. Lütfen hakkınızı helal ediniz.”
Bir şey diyemedi delikanlı, ne diyebilirdi ki. Böyle bir şey beklemiyordu. Utanarak önüne baktı. O konuşmaya devam etti,
“ Dedenize benziyorsunuz. O da sizin gibi boş konuşmaktansa konuşmamayı tercih ederdi. Ne güzel bir haslet. Şimdiki zamanın insanları sözcüklerle ne kadar çok meşkul oluyor.”Durdu diğer misafirlere baktı.
“ Sizlere de minnettarım gelip zamanınızı bu ihtiyarı dinlemeye ayırdınız. Hadi duamızı edelim ve gitmek isteyenler ayrılabilsinler.”
“amin”duayı bir başkası yapıyordu. Ama ses aynı, üslup aynıydı. Öyle cenazelerde edilen gibi değildi dua. Çok içten ve sevgiliyle sohbet eder gibiydi. Dua biter bitmez.
“ Şimdi gelelim sizi buraya neden getirdiğimize.”
Misafirlerin gidiş sesleri hemen kayboluverdi. Her şey eski sessizliğine dönüverdi.
“Dedeniz benim yoldaşımdı. Efendim insanlar uzun ömür isterler ama yalnız kalınıyor. Bendeniz akran yetimi oldum. Hani İstanbullu agah efendide olmasa benim yaşımda insan kalmadı. Biz bu tekkeye dedenizle birlikte intisap etmiştik. Siz maalesef ki onu hiç tanıyamadınız. Çok genç hakka yürüdü. Babanız daha küçücüktü. O fakirde tanıyamadı. Hz. Ömer (r.a) gibi celalli, adaletli bir mümin idi. Rabbim razı olsun, sulükümüz boyunca hep beni korudu kolladı. Bendeniz biraz tembel idim. Gece namazlarına o kaldırırdı beni”
Gözleri dolmuş iki damla yaş yanaklarından yuvarlanıvermişti. Delikanlıda ağlıyordu. Oda sessiz yaşarmalarda ağlıyordu.
“ablanız hakkın rahmetine kavuşunca dediniz manada benden size göz kulak olmamı istedi, onun için sizi çağırdım.” Sonra afacan bir çocuk gibi gülümsedi. “Bizim gibi günahkarlarında işte telefonu filan olmuyor. Gönülden gönüle anlatıyoruz derdimizi.”Birden ciddileşiverdi.“ Babanız, bana birkaç kez gelmişti. Onunda sizin gibi nasibi bizden değildi. Sizi de onun hocasına yollamam gerekiyor. Ona intisap ediniz ve sözünden asla dışarı çıkmayınız. Biliyorum ki kiminiz kimseniz yok. yolunuz açık, siz çalışınız, efendinizin söylediklerini harfiyen uygulayınız. Tevfik yüce rabbil alemin hazretlerinindir.”
Dervişe dönerek birkaç saniye baktı. Sonra gözlerini yumarak, içine döndü.Daha ağzını bile açamamış olan genç hayal kırıklığı, şaşlınlık ve ne yapabileceğini bilememek arasında ikirciklendi. Tam bir şey söyleyecekti ki derviş kolundan çekiştirmeye başladı. Bunu o kadar ustaca ve güç harcamadan, sessizce yapıyordu ki, itaat etmekten başka çaresi kalmamıştı.

YOL...
Daha o gece yola çıkmışlardı. Delikanlı yemek davetini geri çevirdiğine bin pişmanda olsa çok geçti. Dervişinde torbası yoktu. Çıkarıp bir şey verebileceği de yoktu. Neden yürümek zorunda olduklarını anlayamıyordu. Onca yolu gecenin bir vakti gitmeleri de gerekmiyordu ama bunu dervişe anlatabilmek imkansızdı. Ona bu gece gitmesi gerektiği söylenmişti, oda gidecekti. Her bulduğu cevap yeni sorular doğuruyordu.Tarlaların içinden hızlı, aceleci bir yürüyüş tutturmuş gidiyorlardı. Ay aydınlığında gölgeler, hayalleri zorlayacak oyunlar yapıyordu. Genç adam hala içini kavuran sorularla boğuşuyordu. Daha fazla devam edemeyecekti. Kendini kaçırılmış, zorlanmış hissediyordu. Durdu. Dervişte durdu. Sanki aynı anda.
“Biraz soluklanalım.” Dedi. “Sende şu içini kavuranları kus bakalım.” Sesinde alayda yoktu, merakta. Sadece bilmenin verdiği sakinlik gibi geldi genç adama. Zaten sorular dudaklarının ucundaydı.
“ Önce o ihtiyar kimdi ?”
“ O mübarek zat, benim şeyhim. Büyük bir alimdir.”
“ Beni gönderdiği kim?”
“ O da şeyhim kadar mübarek ve büyük bir evliya, Nakşibend-i,halid-i kolunun bu bölgedeki halifesi”
“ Bizden nasibin yok dedi şeyhin, ne demek bu ?”
“ Bunu senin anlayacağın bir şekilde nasıl anlatırım bilemiyorum aslında.”
“ Sen dene”
“ Her kes her tarikata giremez. Bunu sadece şeyhler ve onların yetiştirdiği büyük veliler bilebilir. Tabii ki Allah izin verirse.”
“ Neye göre kara veriliyor.”
“ Onu bilsem burada seni götüren başkası olurdu. Gönderende …..”sözünü bitiremedi bir an hata yapmış gibi yüzü allak bullak olmuştu. Genç adam üzerinde durmadı.
“ Peki şeyhinin dediğine göre dedemle manada görüşmüş bu ne demek ?”
“ Rüya gibi diyeyim ama tam rüya değil. Yani……… rabbim gösteriyo işte o mübareklere.”
“ O gittiğimiz adam bana ne öğretecek.”
“ Dini ve manevi ilimleri”
“ Manevi ilim ne demek ?”
“ Bak bu sorularının bir çoğu şu anda sana anlatılamaz. Anlatılabilse de, sende yeni sorular üretecek. O da kafanı iyice karıştıracak. Tasavvufu bilir misin? Hz. Mevlana’yı, Yunus emre’yi, Akşemseddin’i.”
“Evet”
“ Hah işte onlar gibi birer Allah dostu olman için sana gerekenleri öğretecek.”
“ Şair’mi olucam yani ?”
“ Hay allahım. Yahu sen hangi ülkede büyüdün be mübarek. Eğer onların makamlarına ulaşabilirsen şiirde yazacan, kitap da yazacan ama en önemlisi Allah’ın sevdiği bir kul olacan. Ahlak-i muhammediyle ahlaklanacan. Allah’ın boyasına boyanacan.”
“ Peki bana neden hiç sormadılar. Bakalım ben istiyormuyum ?”Beklide ilk defa gülümsedi. Halden anlayan bir yoldaş sevgisiyle.
“ Ah be yiğenim. Senin şunca gündür içinde yanıp duran ateş sönmediği sürece, sen er yada geç bu yola girecen. Biz yangını bildik. Sana söneceği yeride gösterelim. Var sen karar ver gayrısına. Söndürecen mi, körükleyecen mi.?”
Haklıydı derviş. Zorla tutamazlardıya kendisini orada. İstediği zaman dönerdi.
“ Neden bu gece yarısı çıktık yola. Yarın dolmuş molmuş bişey bulurduk nasılsa.”
“ Bana bu gece dendi, ben nedeni niçinini bilmem. Emre uyarım. Sana da tavsiyem o zata intisap edeceksen kayıtsız, şartsız teslimiyet şart.”
“ Hah bak bu intisap ne demek.?”
“ Ona teslim olmak demek. Senin o, onunda sen olması demek. Ondan öncesini yok, ondan sonrasını da nimet bilmek demek. Hadi bakalım bu kadar laf yeter. Ne dedi şeyhim boş konuşmaktansa konuşmamak hayırlı.”
“ Bu boş değil ki bak neler öğrendim.”
“ Sen buna öğrenmek mi diyorsun. Daha hiiiç bir şeycikler bilmiyorsun.”Ayağa kalkmış yürümeye başlamıştı bile. Kalbi bir nebze olsun rahatlayan genç adamda takıldı peşine. Bahçelerin, tarlaların içinden. Hayvan damlarının yanlarından yollarına devam ettiler. her adım bilmeye, anlamaya doğruydu. Ateş daha kuvvetlense de yakmıyordu artık. Canlı tutuyordu. Açlıkta kalmamıştı aklında, yorgunlukta. Bambaşka bir heyecana gebeydi her adım. Havlama sesleri duyulmaya başlamıştı. Belikli köye yaklaşıyorlardı.
“ Köpekler.”
“ Korkma. Onlar kötüyü iyi senden iyi ayırır. Sen gittiğin yeri düşün o yeter seni korumaya”
“ İyide gecenin bu yarısı insanlar uyuyodur.”
“ Teheccüd vakti. Bu saatte yalnızca gafiller uyur. Sen devam et.”Her şeye de bi cevabı vardı. Çok mu zekiydi. Çok bilgiliydi. Yoksa tam tersine her anlatılana inanan bir safmıydı. Hiçbir halinden bir şey belli olmuyordu.
“ Sen kaç yaşındasın. ?”
“ Beş.”“ Çok da gençmişsin.” Dalga geçmeye çalışıyordu.“ Bizde bu yola kabul edildiğin gün doğmuş sayılırsın. Onun için sen doğmamış biri olarak çok konuşuyorsun.”
Havlamalar iyice yakın gelmeye başlamıştı. Tepeyi aşar aşmaz köy önlerine seriliverdi. Köyün dışında tek bir ev, boyasız kerpiç renginde hemen dikkatini çekmişti. Köyde sokak aydınlatması tek tük olmasına rağmen bu evin etrafı özellikle aydınlatılmış gibiydi. İçi ısını vermişti. Bir hayli büyük bir avlusu ve bir birini tren gibi takip eden odaları vardı. Tek katlı olmasına rağmen heybetli görünüyordu. Derviş durdu.
“ İşte seninde hisettiğin gibi o kerpiç eve varacaksın. Kapıyı çal ve bekle ne zaman açarlarsa girersin. Açmazlarsa da ben bilmem. Artık bizden bu kadar.”
“ Sen niye gelmiyorsun.?”
“ Benim iznim buraya kadar.”
“ Neden ?”
“ Yahu sen sormadan konuşamazmısın. Öğrenicen hepsini öğrenicen sabır. Haaa, bu yol sabır yolu. Beklemeyide bilecen, dinlemeyide. Hadi hakkını helal et. Bilmeden eziyet vermişiktir.”Beklemeden sarıldı. Kırk yıllık dost gibi. Kokusunu içine çekti.
“ Bizden yana hakkımız sana helal. Şeyhin ne zaman izin verirse bir çorbamızı içmeye gel. Sana ikram ettik ama kabul etmedin. Nasibindir. Seni bekleyecek.”
“Helal olsun. İnşallah. Ben senin adını bile bilmiyorum.”
“ Zamanı gelince kalbin sana söyler. Allaha emanet ol.”Gitmişti bile. Yine aynı sakin telaşla. Hızlı olmayan süratle. Hayatına girdiği gibi çıkıvermişti. Bir hayal misalinde.

ŞEYH...
Eve yaklaşınca birkaç pencerede ışık olduğunu fark etti. İyi diye düşündü. En azından kimseyi uyandırmak zorunda kalmayacaktı. Kapıya kuvvetlice vurdu. Avlu büyük olduğundan duyulmayabilirdi. Bilemezdi ki yola çıktığından beri her adımı biliniyor. Her sözü duyuluyordu. On dakika boyunca bekledi. O mesafe bile bu kadar zamanda aşılır şimdiye dek açmaları gerekirdi. Tam yeniden kapıyı yumrukluyacaktı ki, dervişin sözleri geldi. Oturdu olduğu yere. Madem sabretmesi gerekiyordu sabredecekti. Sabah çiğinde yükselen toprağın kokusunu çekti içine, şehirde bunu duymak imkansızdı. İçini tatlı bir yorgunluk kapladı. Kerpiç duvara yaslandı. Derin karanlığa yuvarlanırken aklında hiçbir şey yoktu. Kalbi sıcacık sevgilerdeydi.Avluda ki seslere uyandı. Daha hava aydınlanmamıştı. Kapılar açılıp kapanıyordu. Ayak sesleri duyuluyordu. Ne kadar uyuduğunu bilemedi ama yetmişti. Karnı gurulduyordu. Bir kez daha,tekkede içmediği çorbaya hayıflandı. Avlunun kapısı gürültüyle açıldı. Hemen toparlandı genç adam. Önce üç ihtiyar çıktı kapıdan. Ona doğru hiç bakmadılar. Sanki orada yok gibiydi. Ardından kendi yaşlarında iki delikanlı çıktı. Onlarda bakmadılar ondan tarafa. En son çıkan adamla çocuk kapıyı kapamak için epey uğraş vermelerine rağmen kapı kapanmadı. Onlarda aralık bırakıp yürüdüler. Açık kapıdan içeri girmekle, onları takip etmek arasında ikirciklendi. Buyur edilmediği bir yere girmek hiç içinden gelmiyordu. Ama içinden bir ses de bitsin bu bekleyiş. Gir içeri ne olacaksa olsun diyordu. Bu nasıl misafir perverlikti. Hiç de dostça bir tavır değildi, gösterdikleri.Tam ayağa kalkmıştı ki, köyün camiinde sabah ezanı okunmaya başladı. Demek ki çıkanlar sabah namazına gidiyorlardı. Onların peşi sıra yürüdü genç adam. Abdesti de kaçmıştı. Evden çıkan gurup, derviş gibi yavaş olmayan ama telaşeli de olmayan bir tempoda yürüyorlardı. İstese onlara yetişebilirdi. Ama belli bir mesafeden izlemeyi uygun gördü. Onlar camiye girerlerken. Oda abdest almak için şadırvana yöneldi. Köyün bakkalı tam karşıdaydı. Adam dükkanını açmış, kapının önünü süpürüyordu. Abdestini hemen alıp dükkandan yiyecek bir şeyler aldı yanına. Ne olacağını bilmediğinden yanında erzak bulunması iyiydi. Camiye girdiğinde kapıyı en son kapatan adamın kuran okuduğunu gördü. En arka safa geçip oturdu. İlk kez bu kadar kalabalık bir sabah namazı cemaati görüyordu. Sanki bütün köy camideydi. Birkaç ihtiyar başıyla selam verdiyse de herkes okunan kur-an’a dalıp gitmişti.Namaz çıkışında doğruca kerpiç evin kapısına gidip, oturdu. Merak ediyordu, ne yapacaklarını. Yine görmezlikten geleceklermiydi. Yada içerimi buyur edeceklerdi. Gözü cami yolunda bakkaldan aldıklarını yedi hızlı hızlı. Ama ne gelen vardı ne giden. Karnı da doyunca tatlı bir yorgunluk basmıştı. Gözlerini zor açık tutuyordu ama içi uyuyordu. Neden sonra omzundan sarsılınca uyumuş olduğunu fark etti. Bir an nerde olduğunu kavrayamadı. Boş gözlerle elinde tepsi karşısında dikilen adama bakıyordu.
“ Buyurun, çorba anca oldu. Camiden gelince sizi uyur gördük uyandırmadık. Yorgunsunuzdur. Koca gece yol yürüdünüz. Afiyet olsun.”Tepsiyi hemen önüne bırakmıştı. Toparlanarak,
“ Ben şeyh efendiyi görmek için yollandım.”Hayretle yüzüne baktı.
“Burada şeyh falan yok delikanlı.”
“Ama beni gönderen şeyh dedi ki. Senin burada nasibin yoktur. Ben seni babanın hocasına göndereyim.”
“Bak şeyhe dememiş hocasına göndereyim demiş.”Neredeyse ağlayacaktı. Kendisini çok çaresiz ve alay edilmiş hissediyordu. Başını önüne eğdi.
“Peki, ben şimdi boşuna mı geldim, buraya.”
“Rabbim hiç kimseyi boşuna bir yerden bir yere yollamaz a oğlum. Tevekkül etmek lazım. Hadi gel bakalım içeri. Sen baban gibi değilsin. Sabırlısın.”
“Babamı tanırmıydınız.”
“İlk emanetimdi.”
Gülümsüyordu.
“Hadi, içerde konuşalım. Sana bu kadar deneme yeter.”
Ayağa fırladı. Ellerine sarılıp öptü hocasının. Bilinçsizce tamamen içinden gelerek yapıyordu. Peşi sıra içeri geçti. Avluda kurulmuş yer sofrasında yemek yiyordu sabahki gurup. Gösterilen yere oturdu. Tarifsiz bir rahatlama ve sevince boğulmuştu. Sürekli hoca efendinin yüzüne bakmak geliyordu içinden. Baktıkça da yüreği kabarıyor. Daha fazla bakamayacağını anlayınca sofraya bakıyor ama o gözünün önünden hiç gitmiyordu. Ne konuşulanları duyuyordu. Ne anlıyordu. Yüreği bir kanatlanmada kah uçuyor, kah konuyordu. Aylardır kor kor közlenmiş ateş benzin dökülmüşçesine alevlenmişti. Yangın her damarına her hücresine sirayet ediyordu. Bir an gözleri açık rüyalanır gibi oldu babası ve dedesi olduğunu düşündüğü bir ihtiyar gülümseyerek el sallıyorlardı. Geldikleri gibi kayboldular. O tekkedeki şeyh bir an görünür gibi oldu ama onun yüzü değişip hocasının yüzü oluverdi. İçindeki ateş öyle güçlenmiş öyle bir hal almıştı ki apacık canı yanmaktadı. Bağırmak için ağzını açtı ama sesi çıkmadı. İçinden ta kalbinden Allah, Allah,Allah zikri yükseliyordu. Yanındakinin üzerine yığılırken gözü şeyhine takıldı. Gözleri sımsıkı kapalı. huşu içindeydi. sadece Allah diyebildi.


This post first appeared on Bendedir Kalp Ilahi AÅŸk Yolunda..., please read the originial post: here

Share the post

DERUNÄ°... tam metin

×

Subscribe to Bendedir Kalp Ilahi AÅŸk Yolunda...

Get updates delivered right to your inbox!

Thank you for your subscription

×