Get Even More Visitors To Your Blog, Upgrade To A Business Listing >>

Öykücü

Daldığım derinlikten Müge’nin sesiyle çıkıyorum. “Salih, sen hep dinliyorsun, yok mu anlatacak bir şeyler?” diye soruyor. “Kafamda bazı fikirler var. Onları pişirmeye çalışıyorum.”. “Öykü mü?” diye sorduğunda, duraksamadan, “Tabii ki, ben öykücüyüm,” diye cevap veriyorum. “Öyle mi? Hiç görmedik ama,” dediğinde gülüşüyoruz. Saatime bakıyorum. Filmin başlamasına hayli zaman var. Arkama yaslanıp şişedeki son yudumu yuvarlıyorum. Sıvının boğazımdan mideme gidişini duyumsarken dilimde kalan buruk tadın süresini uzatmak için yutkunmadan duruyorum. Yenisi için garsonu ararken onu görüyorum.

Bahçedeki üç masadan birinde oturuyor, yalnız. Ortasında kurabiye kırıntıları olan tepside karşılıklı iki kahve fincanı var. Biri büyük, öteki küçük. Fincanların üstü dumansız. Atmış beş yaşlarında, beyaz saçlı, güleç yüzlü bir beyefendi. Arkadaşını beklerken kendisiyle meşgul; sağa, sola bakıyor, derin nefesler alıyor. Bakımlı. Tipik bir bahar gününe uygun giyinmiş. Gömlek, yelek, pantolon ve ayakkabılar. İki günlük sakalları onu bilge gösteriyor.

“Ne söyleniyorsun?” diye soruyor Müge, çayından bir yudum alarak. Masaya bıraktığı yarısı kalmış çayın kesif kokusu hızlı içmenin etkisiyle sersemlemiş olmama rağmen burun deliklerime ulaşıyor. Bergamotun ekşi, egzotik, canlandırıcı kokusu eşliğinde Müge, önüne düşen saçlarını zarifçe yana alıyor. “Hiç,” diye cevaplıyorum. “Kendi kendine mi konuşuyorsun?” diye sorduğunda ise kaçacak yerim kalmadığından itiraf ediyorum. “Ara sıra kafamdakileri konuşturuyorum. Zihinsel geviş diyebiliriz.” Gözlerini büyüterek bakışlarını üzerimde keskinleştiriyor. Onu uzaklaştırmak ümidiyle açıklıyorum. “İnek önce yutar, sonra çiğner ya. Ben de aklımdakileri çıkarıp konuşturuyorum.” Yüzünü buruşturduğunu gizlemek için başını öne eğerken “İlginç,” dediğini zorla duyuyorum. Çantasını karıştırmaya başlıyor. Zihninde canlandırdığı Salih’in, asit erozyonuna uğramış, kısmen bozulmuş, şekli değişmiş, başkalaşmış hatta tanınmayacak hale gelmiş kelimeleri, midesinden çıkararak çiğnediğini görüyorum. Bu görüntü beni tiksindirmiyor, aksine anılarımı sindirerek daha sağlıklı beslendiğime karar veriyorum. Müge’nin çantasından kurtularak tuvalete gitmesiyle adama dönüyorum.

Mırıldanıyor, belli belirsiz. Karşısına oturacak arkadaşıyla arasındaki konuşmanın provasını yapıyor olmalı. Söyleyeceği cümleleri toparlıyor, kelimeleri seçiyor. Kısıtlı el hareketleri ve abartısız mimikler sohbete eşlik ediyor. Üzgün, sinirli, sevinçli, şaşkın, çaresiz yüz ifadeleri. Zaman zaman hararetlenip duruluyor. Başını diğer yana çevirdiğinde yoldan geçen arabaların camlarından takip ediyorum yüzünü, kesik kesik. Bir öfkeli, bir hüzünlü, bazen çaresiz ama genelde umutsuz. Yanından geçen insanlar ve yolun gürültüsü ona değmiyor. 

Yalvararak “Ben öyle demedim ki,” diyor. Ardından Ince Bir Ses geliyor, “Beraber yapamıyoruz. Ayrılmak istiyorum.” Hayal kırıklığıyla başlayıp önce üzülen sonra öfkelenen sesle “Batuhan mı?” derken gri gözlerinin bana dik dik baktığını fark ediyorum. Hızla başımı gazeteye saklıyorum. Bir süre sonra usulca başımı kaldırdığımda sırtını bana dönmüş halde konuşmaya devam ettiğini görüyorum. Ben kafenin içinde, adam da dışarıda olduğundan rüzgâr kelimeleri uçuruyor. O sırada bahçede boşalan masayı fırsat bilerek Müge’nin çantasıyla dışarıya çıkıyorum. Şimdi adamla aramda yarım metreden az mesafe var. Çıkardığı iki farklı ses tonunun yirmili yaşlarda iki sevgilinin arasında geçen bir diyalog olduğunu anlıyorum. Yaşlı adam kafeye girdiğimiz sırada bu masada oturan çifti seslendiriyor. 

Kendi kendine konuşan birini gördüğüm için mutlu oluyorum. Bu işi onun kadar belirgin yapmadığımı düşününerek rahatlıyorum. Dikkatli dinlersem yaşlı adamın sözlerini duyabilirim. Yalvararak “Ben öyle demedim ki,” diyor. Ardından ince bir ses geliyor, “Beraber yapamıyoruz. Ayrılmak istiyorum.” Hayal kırıklığıyla başlayıp önce üzgün sonra öfkelenen sesle, “Batuhan mı?” diyor. Yaşlı adamın kendisinden önce bu masada oturan çifti seslendirdiğini anlıyorum. Boşalan masaları gezerek yarım kalan konuşmaları sürdüren bir gezgin. Eksik konuşmaların telafisi. Dilin ucunda kalanların dışa vurumu. “İçinde kalan sözler” sanatını icra eden bir sanatçı. Pişmanlık duyulan sözlerin veya söylenemeyenlerin tamamlayıcısı. Unutkanlık ilacı. 

Ben yaklaştıkça sesini kısan yaşlı adamla ilgilenmiyormuş gibi yapıyorum. İçerde, az önce boşalttığım masaya bakan garsonla göz göze geliyoruz. “Aynısından,” işareti yapıyor, gülümseyerek onaylıyorum. 

İnsanların masasına oturarak onların konuşmalarını sürdüren “Tamamlayıcı” yaşlı adam konuşmaların orijinaline sadık mı kalmalı? Ölen arkadaşınız yarım kalan romanını bitirmeniz için size vasiyet ediyor. Romanı hiç yorum katmadan, tam da onun yapacağını düşündüğünüz gibi mi yazarsınız, kendi istediğiniz gibi mi? Arkadaşınızın romana biçtiği sonu beğenmeseniz de onun yolunda gitmekte ısrarcı olmak gerekir mi? 

Önüme döndüğümde karşımda oturan Müge’nin dudaklarının kıpırdadığını fark ediyorum. Bir süre bekledikten sonra boş bakışlarıma sıkılarak “Masayı değiştirmişsin,” dediğini duyuyorum. Sıkılgan yüzünü yıkamış, makyajını tazelemiş, bedeninden kovamadığı duyguları yüzünden sıyırabilmiş. Aynanın karşısında, neden benim gibi kendi kendine konuşan, gündüz rüyaları gören bir adamla devam ettiğini tartışmış olabilir. Tedirginliğini artırmamak için sorusunu cevaplıyorum. İçerinin koyu kahverengi kasvetli bar havasını solumaktansa hafif serin de olsa güneşin altında durmanın doğru olduğunu, biraz sonra kapalı salona gireceğimizi, oksijen ihtiyacımızı karşılamanın ruh sağlığına iyi geldiğini, güzel havada rahat sandalyeleri kaçırmak istemediğimi uzun uzadıya anlatıyorum. Müge, yorum yapmadan sakince masadaki dergiyi alarak anlayışla beni bırakıyor. 

Yaşlı adam gençleri konuşturmaya devam ediyor. Bir kısmını duyabildiğim kelimeler ayrılığa işaret ediyor. Konuşmasına devam ederken süzdüğü yan masada oturan ellilerinde iki kadının konuşmasına ben de kulak kabartıyorum. Kürk yakalı olan, “O oğlanla olmaz diyorum ama dinletemiyorum Sabahat Hanımcım,” diyor. 

“Kimlerden, tanıyor muyuz?”
“Tanımazsın. Babasının sanayi sitesinde dükkânı var. Annesi de aileden zenginmiş.”
"Kızın okulu bitmeden olur mu, ayol?
“Olmaz tabi. Hele ki Kemal, oğlanın işsiz olduğunu duyarsa.”

Öykü tamamlayıcısı. Yarım kalan konuşmaları sürdüren, metinler üreten, perdeye hiç gelmeyecek gerçek hayatların senaristi. Belki de seslendirdiği kahramanları öğrense, onun oynadığı metne sadık kalmayı tercih edecekler, kim bilir? Kaç senaryo gerçeğiyle aynı bitmiş, kaçı daha iyi veya daha kötü bir sona maruz kalmıştır? Hayal mi, hayat mı, hangi son tercih edilir? İki tarafın da memnun olmadığı bir diyaloğu değiştirmek mümkün olsa... 

Derginin üzerinden bakan Müge, adamı gözetlerken beni yakalıyor. Gülümsüyorum, başını indiriyor. “Yiyecek de getirmediler,” diyerek garsonu arıyor, bulamıyor. “Bak, burada ne güzel kurabiyeler var. Galiba şekerim düştü,” diyerek uzanıp yan masadan kurabiye alıyor. Isırığıyla yayılan karanfil kokusu gözlerimizi buluşturuyor. O an adamın kalktığını fark ediyor ve üzülüyorum. Ama çok geçmeden ön masada oturduğunu görüyorum. Konuşmayı sürdürüyor. Sesi az önce bu masada oturan kadınlarınkini andırıyor.

“Okul bitmeden olmaz dedim. Babasını da ikna edip yurt dışına göndereyim diyorum.”

“Haklısın canım. Sen bu işin üstesinden gelirsin. Evlilik için daha çok küçük.”

Derinlerden Müge’nin sesi geliyor. “Yine kafandan neler geçiyor? Kitap mı yazıyorsun?”  

“Hayır, canım. Dalmışım.”


This post first appeared on FACICIK, please read the originial post: here

Share the post

Öykücü

×

Subscribe to Facicik

Get updates delivered right to your inbox!

Thank you for your subscription

×