Get Even More Visitors To Your Blog, Upgrade To A Business Listing >>

İnsanlardan Tanrılara – 16

Kısırdöngü

Tüm toplumlar hayali hiyerarşiler üzerine kuruludur ama bu hiyerarşiler farklılık gösterir. Bu farklar nasıl ortaya çıkar? Neden geleneksel Hint toplumu insanları kasta göre sıralarken Osmanlı toplumu dine, Amerikan toplumuysa ırka göre sıralamıştır? Çoğu durumda hiyerarşi, kazara bir araya gelen bir dizi tarihi durumun sonucu olarak ortaya çıkmış ve durumdan avantaj sağlayan grupların oluşmasıyla da nesiller boyunca gelişerek kalıcı hale gelmiştir.

Örneğin pek çok araştırmacı Hindu kast sisteminin, İndo-Aryan halkları üç bin yıl önce Hint topraklarını işgal edip, yerel halkı boyunduruğuna aldığında ortaya çıktığını iddia eder. İşgalciler katmanlı bir toplum oluşturarak, bu üst konumları ele geçirdiklerinden (rahipler ve savaşçılar), yerlilere de kölelik ve hizmetkarlık kalmıştı. Sayıca az olduklarından ayrıcalıklı konumlarını ve kendilerine özgü kimliklerini kaybetmekten korkuyorlardı. Bu tehlikeyi ortadan kaldırmak ve ötelemek için de nüfusu kastlara bölerek, her birinin farklı bir meslekle uğraşmasını ve toplumda farklı bir rol oynamasını sağladılar. Tüm kastların farklı yasal statüleri, ayrıcalıkları ve görevleri vardı; sosyal yakınlık, evlilik, hatta yemek paylaşarak bile olsa kastların birbiriyle karışması yasaktı. Bu ayrımlar sadece yasal değildi, zamanla dinsel mitolojinin ve ibadetin içkin parçası haline de geldi.

Yöneticiler tabii ki, kast sisteminin tesadüfi bir tarihsel gelişimi değil, ebedi bir kozmik gerçekliği yansıttığını öne sürdüler. Saflık ve kirlilik gibi kavramlar Hindu dininin en temel öğeleri arasındaydı ve toplumsal piramidi desteklemek için kullanılıyordu. Dindar Hindular, farklı kastlardan birileriyle temasa geçmenin onları sadece kişisel olarak değil toplumsal olarak da kirleteceğini, dolayısıyla bu tür davranışlardan kaçınılması gerektiğini öğreniyorlardı. Bu tür fikirler sadece Hindulara özel değildir; tarih boyunca neredeyse tüm topluluklarda saflık ve kirlilik, toplumsal ve politik ayrımları empoze etmek amacıyla kullanılan en önemli kavramlar olagelmiştir ve ayrıcalıklı konumlarını sürdürmek isteyen ayrıcalıklı sınıflar tarafından sömürülmüştür. Bununla birlikte, kirlilikten kaçınmak kralların ve rahiplerin uydurması da değildir tamamen. Kökleri muhtemelen biyolojik hayatta kalma içgüdüsünde yatar ve insanların olası hastalık kaynaklarından uzak durmasını sağlayan bir mekanizmadır. Herhangi bir insan grubunu (kadınlar, Yahudiler, Çingeneler, eşcinseller, siyahiler) yalıtılmış kılmanın en iyi yolu herkesi bu kişilerin bir “kirlilik” kaynağı olduğuna inandırmaktır.

Hindu kast sistemi ve ilgili saflık yasaları Hint kültürüne derinlemesine nüfuz etmiştir. İndoAryan işgali çoktan unutulmuşken bile, Hintliler kast sistemine ve kastların karışımının kirlilik yaratacağına inanmaya devam ettiler. Değişimden muaf olmayan büyük kastlar, zaman geçtikçe çeşitli alt gruplara ayrıldı. Sonuç olarak en baştaki dört kasttan, jati adı verilen (kelime anlamı “doğum) üç bin farklı grup ortaya çıktı. Kastlardaki çoğalma, sistemin temel ilkesini değiştirmedi; hala her insan belli bir rütbeyle doğmaya ve kuralları ihlal ettiğinde hem kendisini hem de tüm toplumunu kirletmeye devam ediyordu. Bir insanın jati’si mesleğini, yiyebileceği yemekleri, oturduğu evi ve kiminle evlenebileceğini belirliyordu. Genellikle bir insan sadece kendi kastından birileriyle evlenebiliyor ve doğan çocuklar da bu statüyü miras olarak ediniyorlardı.

Hindu toplumunda yeni bir meslek veya bir insan grubu ortaya çıktığında, meşru bir yer edinmek için bir kast olarak tanınmak zorundaydı. Bir kast olarak tanınmayı başaramayan gruplar, kelimenin gerçek anlamıyla dışlanır ve bu çok katmanlı toplumda en alt seviyede bile barınamazlardı. Dokunulamayanlar olarak bilinen bu gruplar, diğer herkesten uzakta ve çöplükleri karıştırmak gibi insanlık onuruna aykırı koşullarda yaşamak zorundalardı. En alttaki kastın üyeleri bile onlarla kaynaşmaz, yemek yemez, onlara dokunmaz ve onlarla kesinlikle evlenmezlerdi. Modern Hindistan’da, demokratik yönetimin bu tip ayrımları ortadan kaldırmaya ve Hinduları kastların karışmasının kirlilik yaratmayacağına ikna etmeye yönelik tüm çabalarına rağmen, evlilik ve iş bulmak gibi meseleler hala kast sisteminden ciddi biçimde etkilenmektedir.

Amerika’da Temiz Olmak

Modern Amerika’daki ırk hiyerarşisini sürdüren şey de benzer bir kısırdöngüdür. Avrupalı fatihler 16. yüzyıldan 18. yüzyıla dek, milyonlarca Afrikalı köleyi madenlerde ve çiftliklerde çalıştırmak üzere Amerika’ya getirdi. Bu köleleri Avrupa veya Doğu Asya yerine Afrika’dan getirme kararı üç temel etkene dayanıyordu. Birincisi, Afrika Daha yakındı ve haliyle köleleri Vietnam yerine Senegal’den ithal etmek daha ucuzdu. İkincisi, Afrika’da halihazırda çok gelişmiş bir köle ticareti sistemi mevcuttu (köleler büyük ölçüde Ortadoğu’ya ihraç ediliyordu), buna karşılık Avrupa’da kölelik neredeyse yoktu. Sıfırdan yeni bir pazar oluşturmak yerine zaten mevcut olan pazardan köle almak çok daha kolaydı.

Üçüncüsü ve en önemlisi, Virginia, Haiti ve Brezilya gibi yerlerdeki Amerikan çiftlikleri, sarıhumma ve sıtma gibi hastalıkların kol gezdiği yerlerdi ve bu hastalıkların kaynağı Afrika’ydı. Afrikalılar nesilden nesile bu hastalıklara kısmen genetik bağışıklık kazanmıştı, buna karşılık Avrupalılar tamamen savunmasızdı ve kitleler halinde ölüyorlardı; çiftliğin parasını Avrupalı bir köle veya çırak yerine Afrikalı bir köleye yatırması daha akıllıcaydı. Çelişkili bir biçimde, genetik üstünlükler (örneğin hastalıklara karşı bağışıklık) toplumsal anlamda düşük seviyede görülmeye sebep oluyordu: Afrikalılar tropik iklimlere Avrupalılardan daha uygun olduklarından, Avrupalı sahiplerin köleleri oldular! Bu dolaylı etkenler sebebiyle, Amerika’nın gelişmekteki yeni toplumları, yönetimi elinde tutan beyaz Avrupalılar ve boyun eğdirilmiş siyah Afrikalılar olarak bölünmüş oldu.

Fakat insanlar, köleleri sadece ekonomik olarak daha mantıklı olduğu için belli bir ırktan seçtiklerini söylemek istemezler. Hindistan’ın Aryan fatihleri gibi Amerika’daki beyaz Avrupalılar da sadece ekonomik açıdan başarılı olmak değil, aynı zamanda dindar, adil ve nesnel olarak görülmek istediler.

Dini ve bilimsel mitler bu ayrımları haklı göstermek için ortaya sürülmüştü. İlahiyatçılar, Afrikalıların Ham’ın soyundan geldiğini ve babası Nuh’un Ham’ı, çocuklarını köle yaparak lanetlediğini anlattılar. Biyologlar siyahilerin beyazlardan daha aptal olduğunu ve ahlaklarının daha az geliştiğini öne sürdüler. Doktorlar siyahilerin pislik içinde yaşadığını ve hastalık yaydığını, bir başka deyişle kirlilik kaynağı olduğunu iddia ettiler.

Amerikan ve genel olarak da Batı kültürüne etki eden bu mitler, köleliği ortaya çıkaran koşullar ortadan kalktıktan çok uzun süre sonra da etkili olmaya devam etti. 19. yüzyılın başında, Britanya İmparatorluğu köleliği kaldırarak Atlantik’teki köle ticaretini durdurdu. Bunu izleyen on yıllarda, kölelik Amerika kıtasının tamamında kademeli olarak kaldırıldı. Buradaki önemli noktalardan biri, tarihte ilk defa kölelik uygulayan toplumların köleliği “gönüllü” olarak kaldırmasıdır. Öte yandan, köleler özgür kalsalar da köleliği haklı göstermek için süregelen ırkçı mitler, ırk ayrımı, ırkçı yasalar ve toplumsal geleneklerle yaşamaya devam etti.

Bunun sonucu da, kendi kendini besleyen bir sebep-sonuç ilişkisi, yani bir kısırdöngüydü. İçsavaştan hemen sonraki Güney ABD bu konuda iyi bir örnektir. 1865’te Amerikan Anayasasındaki on üçüncü değişiklik köleliği yasadışı ilan etti, on dördüncü değişiklik vatandaşlık ve yasalardan yararlanma hakkının eşit olduğunu ve ırk temelli olarak inkar edilemeyeceğini ilan etti. Buna karşın, iki yüz yıllık kölelik çoğu siyahi ailenin beyazlardan çok daha fakir ve az eğitimli olması sonucunu doğurmuştu. 1865’te Alabama’da doğan birinin beyaz komşularına göre iyi bir eğitim alma ve iyi kazandıran bir işte çalışma şansı çok daha düşüktü. Bu kişinin 1880’ler ve 1890’larda doğan çocukları da aynı dezavantajlardan muzdaripti, sonuçta onlar da eğitimsiz ve fakir bir ailede doğmuşlardı.

Bu arada, ekonomik dezavantaj tek etken değildi. Alabama aynı zamanda, durumları daha iyi pek çok beyazın imkanlarından yoksun beyazlara da ev sahipliği yapıyordu. Buna ilaveten, Sanayi Devrimi ve arkasından gelen göç dalgaları, fakirliğin bir anda zenginliğe dönüşebildiği ABD toplumunu çok değişken bir topluma dönüştürmüştü. Eğer tek geçerli şey para olsaydı, ırklar arasındaki keskin ayrım kısa süre içinde (en başta evliliklerin katkısıyla) silikleşirdi.

Fakat bu gerçekleşmedi. 1865’ten itibaren beyazlar ve aynı zamanda pek çok siyahi, gerçekten de siyahilerin beyazlara göre daha az zeki, daha şiddete eğilimli, cinselliğe daha düşkün, daha tembel ve temizliğe daha az önem veren insanlar olduklarını düşünüyorlardı. Siyahiler bu özellikleri sebebiyle şiddet, hırsızlık, tecavüz ve hastalığın, yani kısaca “kirliliğin” kaynağıydılar. Eğer 1895’te Alabamalı bir siyahi, mucizevi şekilde iyi bir eğitim alarak banka veznedarlığı gibi saygın bir işe başvursaydı, kabul edilme ihtimali eşit derecede kalifiye bir beyaza göre neredeyse yoktu. Siyahileri, doğaları gereği güvenilmez, tembel ve daha geri zekalı olarak etiketleyen damga, aleyhlerine çalışmaya devam etti.

İnsanların zamanla, bu toplumsal damgaların olgulara değil mitlere dayandığını anlayacağını, dolayısıyla siyahilerin zamanla kendilerinin becerikli, kurallara uyan ve temiz insanlar olduğunu kanıtlayacağını düşünebilirsiniz. Oysa gerçekte bunun tam tersi oldu. Mevcut önyargılar zaman geçtikçe daha da derinlere kazındı. Tüm iyi işler beyazlar tarafından kapılmış olduğundan, siyahilerin düşük seviyede olduğuna inanmak daha kolay hâle geldi. Ortalama beyazın konuya yaklaşımı şöyleydi: “Bakın, siyahiler nesillerdir özgürler, yine de neredeyse hiç siyahi profesör, avukat, doktor, hatta banka katibi bile yok. Bu onların daha tembel ve daha geri zekalı olduklarının kanıtı değil mi?” Bu kısırdöngüye yakalanan siyahiler, beyaz yakalı işlere alınmadılar çünkü zekaları az gelişmişti, bunun kanıtı da beyaz yakalı işlerde çok az sayıda olmalarıydı.

Kısırdöngü burada sona ermedi. Siyahi karşıtı damgalama alışkanlığı geliştikçe, siyahilerle beyazları resmen ayıran ve ırk hiyerarşisini korumaya dönük yasalara dönüştü. Siyahilerin seçimlerde oy kullanmaları, beyazların okullarında okumaları, beyazların dükkanlarından alışveriş yapmaları, beyazların restoranlarında yemek yemeleri ve beyazların otellerinde kalmaları yasaktı. Bütün bunların haklı gerekçesi siyahilerin sümsük, hırçın ve pis olmalarıydı. Beyazlar onlardan korunmalıydı: Hastalık korkusuyla siyahilerle aynı otelde kalmak veya aynı restoranlarda yemek istemiyorlardı. Çocuklarının siyahi çocukların şiddetine maruz kalabileceğini veya onlardan kötü etkileneceğini düşünerek onlarla aynı okullarda okumalarını; zaten cahil ve ahlaksız olan siyahilerin oy kullanmalarını istemiyorlardı. Bu korkular siyahilerin gerçekten de daha az eğitimli olduğunu, pek çok hastalığın onlar arasında daha yaygın olduğunu ve siyahilerdeki suç oranının daha yüksek olduğunu “kanıtlayan” bilimsel çalışmalarla da destekleniyordu. Çalışmalar, bu “olguların” siyahilere yapılan ayrımcılıktan kaynaklandığını yok sayıyordu.

Eski Güney eyaletlerindeki ayrımcılık, 20. yüzyılın ortalarında muhtemelen 19. yüzyılın sonlarından daha kötüydü. 1958’de Mississippi Üniversitesi’ne başvuran Clennon King adındaki siyahi bir öğrenci, zorla akıl hastanesine kapatılmıştı. Duruşmayı yöneten yargıç, bir siyahinin Mississippi Üniversitesi’ne kabul edileceğini düşünmesinin çılgınlık olduğuna hükmetti.

Amerikalı Güneyliler (ve pek çok Kuzeyli) için hiçbir şey siyahi erkeklerle beyaz kadınlar arasındaki cinsel ilişki ve evlilik kadar tiksindirici değildi. Irklar arasında cinsel ilişki en büyük tabuydu ve bu tabunun ihlali veya ihlal edildiği şüphesi, anında linçle cezalandırılması gereken bir durum olarak görülüyordu. Beyazların üstünlüğüne inanan bir gizli topluluk olan Ku Klux Klan bu şekilde pek çok cinayet işledi. Temizlik takıntısında Hindu Brahminlerinden çok daha ileri gitmişlerdi.

Irkçılık zamanla kültürel alana daha fazla yayılınca. Amerikan estetik kültürü de beyazların güzellik standartları etrafında gelişti. Beyaz ırkın fiziksel özellikleri (örneğin açık renk ten, ince ve düz saç, küçük ve yukarı kalkık burun) güzel olarak adlandırılmaya başlandı. Karakteristik siyahi özellikleri (koyu renk ten, koyu ve kıvırcık saç, basık burun) ise çirkin kabul edilir oldu. Bu önyargılar hayali hiyerarşiyi insan bilincinin daha da derinlerine ince ince işledi.

Yüzyıllar hatta bin yıllar boyu sürebilen bu tür kısırdöngüler, tarihi tesadüflerle oluşmuş hayali hiyerarşileri kalıcı hâle getirebilirler. Adaletsiz ayrımcılık zamanla daha iyi değil, daha kötü hale gelir. Para parayı, fakirlik de fakirliği çeker. Eğitim daha fazla eğitimi, cehalet daha fazla cehaleti doğurur. Bir dönem tarihin kurbanı olanların, tekrar kurban olması yüksek ihtimaldir. Aynı şekilde, tarihin zamanında ayrıcalık tanıdığı kesimlerin tekrar ayrıcalıklı olma ihtimali yüksektir.

Çoğu sosyopolitik hiyerarşinin mantıklı veya biyolojik bir temeli yoktur; hepsi tesadüfi olayların mitlerle güçlendirilerek kalıcı hâle gelmesinden ibarettir. Bu, tarihe bakmak için çok iyi bir sebeptir. Eğer siyahilerle beyazlar veya Brahminlerle Şudralar arasındaki ayrım biyolojik gerçekliklere dayansaydı (yani örneğin Brahminlerin gerçekten Şudralardan daha gelişmiş beyinleri olsaydı), biyoloji insan toplumunu anlamak için yeterli olurdu. Oysa çeşitli Homo sapiens grupları arasındaki biyolojik farklar ihmal edilebilir düzeyde olduğundan, biyoloji Hindistan toplumunun inceliklerini veya Amerika’daki ırksal dinamikleri açıklayamaz. Bunları ancak hayali icatları dönüştürerek, zalimce ve son derece gerçek toplumsal yapılar haline getiren olayları, durumları ve güç ilişkilerini inceleyerek anlayabiliriz.

Erkek ve Kadın 

Tarihte farklı toplumlar farklı hayali hiyerarşiler benimsediler. Günümüzde Amerikalılar için çok önemli olan ırk, sözgelimi ortaçağdaki Müslümanlar için görece önemsizdi. Kast, ortaçağda Hindistan’da bir ölüm kalım meselesiyken, modern Avrupa’da söz konusu bile değildir. Neredeyse bilinen tüm insan toplumlarının hepsinde önemli bir yere sahip olan ise cinsiyet hiyerarşisidir. İnsanlar her yerde kendilerini erkekler ve kadınlar olarak ayırdılar ve neredeyse her yerde erkekler daha iyi durumdaydı, en azından Tarım Devrimi’nden bu yana.

MÖ 1200’lerden kalma en eski Çin yazılarından bazıları kehanet için kullanılan kemiklerdir. Bunlardan birinin üstüne şu soru kazınmıştır: “Hao Hanım’ın doğumu şanslı olacak mı?” Cevap şöyledir: “Eğer çocuk ding bir günde doğarsa şanslı, geng bir günde doğarsa çok şanslı olacaktır.” Buna karşılık, Hao Hanım jiayin bir günde doğum yapacaktır. “Üç hafta ve bir gün sonra, jiayin gününde çocuk doğdu. Şanssızlık. Bir kızdı.” Komünist Çin Halk Cumhuriyeti’nin “tek çocuk” politikasını devreye soktuğu üç bin yıl sonra bile, hala pek çok Çinli aile bir kız çocuk sahibi olmaya şanssızlık olarak bakıyordu. Ebeveynler zaman zaman yeni doğan kız çocuklarını terk ediyor veya öldürüyordu, böylelikle tekrar erkek çocuk sahibi olma ihtimallerini canlı tutuyorlardı.

Çoğu toplumda kadınlar erkeğin malıydı, genellikle de babalarının, kocalarının ve erkek kardeşlerinin. Çoğu yasal sistemde, tecavüz mülkiyet hakkının ihlali olarak değerlendirilirdi. Başka bir deyişle, kurban tecavüze uğrayan kadın değil, ona sahip olan erkekti. Durum bu olunca yasal çözüm de mülkiyetin el değiştirmesi oluyordu. Tecavüzcü, kadının babasına veya erkek kardeşine parasını ödeyerek kadının mülkiyetini kendi üzerine alıyordu. Eski Ahit şöyle buyurur: “Bir adam nişanlı olmayan bir bakireyle karşılaşır, onu ele geçirip onunla yatarsa ve bu kişiler bulunursa, kadınla yatan adam kadının babasına 50 şekel değerinde gümüş vermelidir, böylelikle kadın onun karısı olur.” (Deuteronomu, 22:28-29). Eski İbraniler bunu mantıklı bir düzenleme olarak görüyordu.

Hiçbir erkeğe ait olmayan bir kadına tecavüz etmekse kesinlikle suç olarak görülmüyordu, tıpkı kalabalık bir sokakta yere düşen parayı almanın hırsızlık olarak görülmediği gibi. Eğer bir adam kendi karısına tecavüz ederse, bu zaten suç değildi. Hatta bir kocanın karısına tecavüz edebilmesi fikri bir oksimorondu, çünkü koca olmak kadının cinselliği üzerinde tamamen kontrol sahihi olmak anlamına geliyordu. Bir kocanın karısına “tecavüz ettiğini” söylemek, adeta birinin kendi cüzdanını çaldığını söylemek kadar mantıksızdı. Bu yaklaşım antik Ortadoğu’yla sınırlı değildir; 2006 itibariyle dünyada hala 53 ülkede kocalar karılarına tecavüz etmekle suçlanamıyordu. Almanya’da tecavüz yasaları henüz 1997’de yeniden düzenlenerek evlilik içi tecavüz için yasal bir kategori oluşturuldu.

Kadınlarla erkekler arasındaki ayrım, Hindistan’daki kast sistemi ve Amerika’daki ırk sistemi gibi hayal ürünü müydü, yoksa derin biyolojik kökleri olan doğal bir ayrım mıydı? Eğer bu gerçek bir doğal ayrımsa, kadınlardan ziyade erkeklerin ayrıcalıklı olmasının biyolojik bir açıklaması var mıydı?

Kadınlarla erkekler arasındaki bazı kültürel, yasal ve politik farklılıkların, cinsler arasındaki biyolojik farklardan kaynaklandığı çok bellidir. Çocuk doğurmak her zaman kadınların görevi olmuştur çünkü erkeklerin rahimleri yoktur. Bu evrensel gerçekten yola çıkarak her toplum biyolojiyle ilgisi olmayan kültürel fikirleri ve normları katmanlar halinde yavaş yavaş biriktirdiler. Toplumlar erkeksilik ve kadınsılığa, genellikle ciddi biyolojik temeli olmayan çeşitli özellikler atfettiler.

Örneğin MÖ 5. yüzyıldaki demokratik Atina cumhuriyetinde, rahmi olan birinin bağımsız bir yasal statüsü yoktu ve kamusal toplanmalara katılması ya da hakim olması yasaktı. Birkaç istisna hariç, bu birey iyi bir eğitimden yararlanamaz, iş kuramaz veya felsefi tartışmalara katılamazdı. Atina’nın siyasi liderleri, büyük filozofları, hatipleri, sanatçıları veya tüccarlarından hiçbirinin rahmi yoktu. Bir rahmi olmak bir insanı bu meslekler için biyolojik olarak yetersiz kılar mı? Eski Atinalılar öyle düşünüyordu.

Modern Atinalılar ise buna katılmıyor. Günümüzde Atina’da kadınlar oy veriyor, kamu görevlerine seçiliyor, konuşmalar yapıyor, mücevherden binalara ve yazılımlara kadar her şeyi tasarlıyor ve üniversiteye gidiyorlar. Rahimleri onları bu başarılı erkeklerin de yaptığı şeyleri yapmaktan alıkoymuyor. Siyasette ve iş hayatında hala yeterince temsil edilmedikleri doğruysa da (Yunanistan Parlamentosundaki milletvekillerinin sadece yüzde 12’si kadın), siyasete katılımlarına hiçbir yasal engel yok ve çoğu modern Yunan, kadınların kamu hizmetinde görev almasını çok normal karşılıyor.

Aynı zamanda pek çok modern Yunansa, bir erkek olmanın önemli bir parçasının sadece kadınlara karşı cinsel istek duymak ve sadece karşı cinsle cinsel ilişkiye girmek olduğunu düşünüyor. Bunun bir kültürel önyargı olduğunu fark etmeyip, biyolojik bir gerçek olduğunu zannediyorlar. Bu anlayışa göre karşı cinsten iki kişi arasındaki ilişkiler doğalken, aynı cinsten iki kişi arasındaki ilişkiler doğal değildir. Aslında, Doğa Ana insanların birbirlerine cinsel olarak çekim duyup duymadığıyla ilgilenmez. Oğulları komşunun oğluyla kırıştırdığında kıyameti koparan anneler, belirli kültürlerin anneleridir ve geçirdikleri öfke nöbetleri biyolojik değildir. Ciddi sayıdaki insan kültürü, eşcinsel ilişkiyi sadece meşru değil aynı zamanda toplumsal olarak yapıcı görür, bunun en önemli örneklerinden biri de antik Yunan’dır. İlyada da Thetis’in, oğlu Aşil’in Patroclus’la olan ilişkisine itirazı olduğundan bahsedilmez. Makedonya kraliçesi Olympias antik dünyanın en öfkeli ve güçlü kadınlarından biriydi, hatta kocası Kral Philip’i öldürtmüştü, buna karşılık oğlu Büyük İskender akşam yemeğine eve sevgilisi Hephaestion’u getirdiğinde hiç sorun çıkarmadı.


101devam edecek..

Share the post

İnsanlardan Tanrılara – 16

×

Subscribe to Horozz.net – ♔ ♕ ♖ ♗ ♘ ♙ ♚ ♛ ♜ ♝ ♞ ♟

Get updates delivered right to your inbox!

Thank you for your subscription

×