Get Even More Visitors To Your Blog, Upgrade To A Business Listing >>

Nayır Nolamaz! Bunu Bize Yapamazsınız!


Olur mu be! Bu insanlara yapılır mı arkadaş bu ihânet! Halkın bunca teveccühü karşısında yakışır mı adama arkadan bıçaklamak!

Okurun biri: Yine dellenmiş bizim Neslihan, aman kenardan sıvışalım sessizce...

DURUN, KIMILDAMAYIN! Eller yukarı, totolar aşağı! Oturun... Mevzû derin arkadaşlar, nereye gidiyorsunuz? Gerçi farkındayım, bütün mevzûlara "derin" diyerek başlıyorum lâfa ama, sâhiden derin yâhu! Bakın bi anlatayım hele, daha sonra karar verin:

Senin Annen Bir Melekti Yavrum

Bu ülkede yaşayıp da kulağına "Senin annen bir melekti yavrum" repliği çalınmamış kaç kişi vardır? Halk olarak, başımıza gelen onca felâketten sonra hâlâ ayakta durmaya çabalarken hangimizin aklına yüz tane kurşun yediği halde yıkılmayan Cüneyt ARKIN gelmez? Birisi biraz palavra attığı zaman "Ziyaaaaa" deriz meselâ ve hiç kimse de çıkıp, "Kim bu Ziya?" demez, değil mi? Bir Kemal Sunal külliyâtı vardır ki, sâdece onun repliklerinden oluşan cümlelerle bile bir muhabbeti baştan aşağı sürdürebilirsiniz. İşin garip tarafı, muhâtabınız da söylemek istediklerinizi anlayıp aynı yolda repliklerle falan cevap verebilir keyfi isterse. Yâni özetle demek istediğim şu ki: Yeşilçam filmleri, kültürel kodlarımıza îtinâ ile yerleştirilmiş ve âdeta kalıplaşmış ifadeler halinde toplumda karşılık bulmuş oluşumlardır. Şimdi bu çok bilimsel tanım ışığında soruyorum: Buna bir îtirazımız var mı peki? Sizi bilmiyorum, ama benim itirazım var evet.

Yanıyorsun Fuat Abiii!

Yanan sadece Fuat Abi mi? Kültürden, ahlâktan, değerlerden ne kaldı geriye küllerinden başka? Ne demek istediğimi detaylandırayım hemen: Bundan 1500 yıl evvel (tarihlerle hiç aram yok, internetten bakıverin) yeni bir sektör doğdu bu coğrafyada: Yeşilçam. Evet, bana göre Yeşilçam, klasik bir şekilde tanımlandığı Gibi "İstanbul'da film şirketi yazıhânelerinin bol bulunduğu bir sokak." değil. Bu yüzden yazımın geri kalanında Yeşilçam'dan bir sektör ya da endüstri ismi olarak bahsetmeyi uygun görüyorum. Zîra Yeşilçam fabrikasından çıkan açık saçık fimler ve bunların boy boy afişleri bu sokağın hangi sektöre hizmet ettiğini açıkça ortaya koymuştu o yıllarda. Oynayan oyuncuların bile anmaktan sıkıntı duyduğu rezilliklere de ev sâhipliği yapmıştı hatta; ama konuşmaya dahi değmez işin o kısmı. O yüzden ben bugün biraz daha "mâsum" sayılan, o hepimizin bildiği "nayır nolamazlı, ziyaa'lı" filmlerden bahsedeceğim.


Biri Tutmuş, Öteki Pişirmiş, Diğeri Yemiş

Bilhassa edebiyatla ilgilenenlerin mâlûmudur, Tanzimat döneminden sonra Türk edebiyatının odak noktasında ve işlenen konularda batı tarzına doğru bir meyil başladı. (Gerçi "Hangi konuda batıya meyledilmedi ki..." desek daha doğru bir ifâde olacak ama o konuyu da farklı bir güne bırakalım.) Kerime NADİR, Muazzez TAHSİN BERKAND ve Esad Mahmut KARAKURT gibi isimler o dönemin gençlik kitapları alanında okurken bol bol iç geçirilecek aşk romanlarını başarıyla(!) üretmeye devam ederlerken onların romanlarından uyarlanan filmler de sinemada boy gösteriyordu. Bunlardan biri "Samanyolu" meselâ... Kerime NADİR'in kaleminden çıkan bu roman aynı isimle sinemaya uyarlandı ve hepimizin bildiği o Samanyolu şarkısı da tek gecede ortaya çıktı. Bir sanat eseri olarak değil elbette, filmin pazarlama aracı olarak :) Bir yanda edebiyat dünyası, diğer yanda film endüstrisi ve bunların arasında bu cafcaflı dünyâyı ilk kez görüp hayranlıktan gözleri kamaşan ve aklı karışan insanlar... Uzatmayalım: Film, müzik ve edebiyat sektörü (evet sektör diyorum, çünkü sanat bu şekilde icrâ edilmez) "sanat" adı altında bir araya geldi ve birçok içerik insanlara altın tepside sunuldu. Bunca sene komedi, hiciv, romantizm ve benzer içerikte birçok film ayıla bayıla seyredildi, kitaplar peynir ekmek gibi satıldı, müzikler dinlendi. Hiçbirimiz demedik ki: "Yâhu nedir bu furya? Bu malzemeler neden bu kadar çok parlatılıyor?"

Kerime NADİR - Samanyolu (Fotoğraf-a) 1


Okurlardan biri: Ee iyi de Neslihan, sen de yazılarında Yeşilçam'dan replik kullanmıyor musun sık sık?

İnkâr edecek değilim elbette, kullanıyorum. Doğru bulduğumu da söyleyemem. Yukarıda da bahsettiğim gibi, bunlar birer kültürel kod ve istesek de istemesek de bir süre önce halkın hayâtına girmiş ve algısında yer etmiş içerikler... Tıpkı günlük hayatta insanların birbirlerine (maalesef) kullandıkları hitap kelimeleri gibi. İnsan birine kızdığı zaman "zekan X düzeyinin altında gibi görünüyor" demez. Doğrudan "salak" der. Bunun kullanımı doğru değildir, ama o an anlatmaya çalıştığınız şeyi nokta atışı ifâde etmenize yaramıştır. (Allah'ım ben ne anlatıyorum...) Konuyu dağıtmadan sadede gelelim en iyisi...

Olmaz Olsun Böyle Kültürel Kod!


Eh, sonuç itibariyle zibilyon adet film çekilip mâlûm endüstri de amacına ulaştıktan sonra birileri homurdanmaya başladı: "Ya arkadaş, ne anlatıyor meselâ bu Hababam Sınıfı? Güya okul hayâtını anlatan bu filmlerdeki gençlerin hepsi başıboş, asalak, saygısız, ahlâksız, zampara karakterler. Burada bir yanlışlık olmalı." Sonra bir başkası çıktı ve şöyle dedi: "Yâhu filmlerde geçen kötü karakterlere "hacı hoca" tiplemeleri yakıştırılmış; üstelik nerede abuk subuk bir karakter varsa onun adı da dinimizde bizim değer verdiğimiz isimlerden seçilmiş. Bu nasıl iş?" Bunlara cevap olarak ben de diyorum ki şimdi: E günaydın! Ev soyulduktan sonra kapıyı kilitlemenin bir anlamı var mı?


Aranızdan -özellikle de yaşı biraz daha genç olanlardan- mutlaka şöyle düşünenler çıkacaktır: "Bunlar sâdece film. Hiç kimse Hababam Sınıfı'nı seyretti diye asalak olmadı bi kere... Asalak insanlar önceden de vardı."

Genç okuyucum, böyle düşüneceğini biliyordum; zîra ben de genç oldum (heh sonunda bu cümleyi ben de kurdum) ve benim genç olduğum yıllarda da Aşk-ı Memnû ve Yaprak Dökümü dizisi patlamıştı. Normal şartlarda akşam üniversiteden çıkıp evime dönerken, birkaç sınıfın daha aynı anda dersi bittiği için akın akın tramvaylara koşan ve ilk gelen tramvaylara binen öğrencilerin arasına karışmıyordum bilerek. Çünkü kampüs-ev arası yaklaşık 45 dakikaydı ve ben tramvayın o kalabalığında ayakta durarak yolculuk etmek istemiyordum. Öğrenciler ilk tramvayları doldurup da sonrakiler tenhâlaşınca onlardan birine binerdim ve oturarak yolculuk ederdim. Fakat Çarşamba ve Perşembe akşamları normal bir zaman değildi; çünkü televizyonda Yaprak Dökümü ve Aşk-ı Memnû vardı :) Ders çıkışı tramvaya Mirkelam misâli koşuyor ve ilk tramvaya kendimi atarak tek ayağımın sığacağı bir alanda camdan dışarı düşme tehlikesiyle yolculuk ediyordum. (Ziyaaaaa) Eheheheh :) Bu dizileri eleştirenler için de şöyle düşünüyordum aynı senin gibi: "Ya sonuçta ihânet vakaları Bihter ile ortaya çıkmadı ki. Adnan ZİYAGİL de aldatılan ilk adam değildi." Fakat yetişkin bir insan oldukça anladım ki işin rengi böyle değil... Bir eşik var arkadaşlar. Edeb, hayâ eşiği... Bu eşik bir defa aşıldıktan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Evvelden kapalı kapılar ardında ve utanılarak yapılan her şey bugün bu eşik aşıldığı için sokağa taşmış durumda...


Sonuç olarak, toplumun içine sokulmaya çalışılan her türlü fitneyi film, müzik ve edebiyat gibi alanlarda "sanat" adı altında insanların beynine boca edilir halde gördük. Sonrasında uyanıp da "Noluyor" diye ses çıkaranlara da "yobaz" deyip oturtarak toplumsal çöküşün ivme kazandırılmasına şâhit olduk. Halkın diğer uyuyan kısmı ise "sanatı yüceltmek" diye tâbir edebileceğimiz kendince "mâsum" bir amaçla (çok da iyi niyetliyimdir) bu sektörleri kendi canları gibi savundu ve en nihâyetinde hepsi başımızın üstünde yerlerini aldı... İlgili güçler tarafından fonlanan film/kitap eleştirmenlerini falan hiç saymıyorum bakın. Ülkede kimler ünlü hâline getirildi ve hangi ayaklar bilerek köpürtülerek baş muâmelesi gördü? Koskocaman bir soru işâreti...

Okuyucu: Peki Neslihan, sen hiç bu filmleri seyretmiyor musun?

Sevgili okuyucum, bak bana kapak yapmaya çalışma... Seyretmesem nasıl eleştireceğim? Neyi eleştireceğimi nereden bileceğim? Ben de bu toplumda büyüyen her insan gibi bu filmlere gerek etrâfımdaki insanlar seyrederken ve gerek kendim de seyretmek istediğim için bir şekilde mâruz kalarak bu yaşıma geldim. Hayret verici bir şeysin yâni! Hatta bak vaktin varsa otur beş dakika anlatayım: Bilenler bilir, ben bilgisayarda çalışırken televizyon da yanımda açık durur ve odada bir nevi arkadaşlık eder bana. (Arkadaş şerri bu olsa gerek) Üstelik hâlâ bu yaşımda televizyonda açık olan kanal, neredeyse 40 dakika "bal reklamı" verip 20 dakika da Yeşilçam'dan bir film koyan telepazarlama kanallarından biri. (Gülmeyin, döverim.) Fakat çocukluğumdan bugüne içimde değişen tek şey var bu konuyla ilgili: Küçükken bu filmleri ne kadar hayranlıkla seyrediyorsam bugün de içlerinde geçen rezilliklere rastladıkça o nispette sövüyorum... Biliyorum, aranızda "sövmek" lâfına takanlar ve homurdananlar da olacaktır ama okuyun bakın geçen gün ne oldu:

Bir gün yine televizyon yanımda açık, vır vır sesi geliyor. Arada başımı çevirip televizyona bakıyor ve sonra tekrar işime dönüyorum, öyle bir gün. Muhtemelen bal reklamı bittikten sonraydı ki, bir Kemal SUNAL filmi başladı. (Çocukluğumda en sevdiğim oyunculardan biriydi. Nejat UYGUR'u da severdim ayrıca...) Ben genelde zibilyon defa seyrettiğim filmleri tekrar seyretmeyi ya da dinlemeyi tercih edenlerdenim, bilmediğim filmleri seyretmek beni hep germiştir nedense. Neyse efendim, başlayan film de Kemal SUNAL'ın bilmediğim filmlerinden biri olan Talih Kuşu idi. Bu yüzden pek dikkatimi çekmedi ve filmin sesini biraz kısıp işime yoğunlaştım. Yaklaşık 8 saat geçmişti ki (Filmin bitmesi bal reklamları ile 8 saati buluyor :)) filmin ana konusunu göz âşinâlığı ve repliklerin kulağıma çalınması sonucunda üç aşağı beş yukarı öğrenmiş oldum. Filmin senaryosu şöyleydi: Adam piyango bileti almış, fakat sakladığı yeri unutmuş. Bileti koyduğu yeri arıyor deliler gibi, ama bulamıyor. Filmin devâmında adamın kaybettiği bilet nereden çıktı dersiniz? Yatak odasındaki duvarda asılı duran Kur'ân-ı Kerim'in içinden! Şimdi sorarım size: Ben bu filme nasıl sövmeyim? Bu nasıl bir saygısızlık ve terbiyesizliktir! Burada oynayan oyuncudan, stüdyonun kapıcısına kadar herkes sorumlu değil midir? Bir oyuncu düşünün ki, evet Kemal SUNAL, onlarca film çekerek teveccühünü arkasına aldığı ve onların teveccühü aracılığıyla para kazandığı halkın kutsalına yapılan bu saygısız projenin içinde yer almış. Evet, benim küçük bir çocukken en sevdiğim oyuncu olan Kemal SUNAL!  Bir senarist düşünün ki bu senaryoyu yazmış! Bir çaycı düşünün ki bu filmin yönetmenine çay götürmüş! Yeşilçam'da bunun gibi yüzlerce film var çirkin ilişkileri, alkolü, ahlâksızlığı normalleştiren ve kutsal değerlerimize saygısızlık eden. Sanat bu mudur, bu kadar bayağı bir şey midir?  Buna sanat diyerek benim sövmeme takılan bir okuyucu varsa aranızda, sessizce siteden ayrılabilir. Unutanlar aşağıdaki başlığa baksın lütfen:

"Kafa Kimin? | Kafa Benim!"

Sözlerimin sonuna geliyorum: Kısacası, üzgünüm arkadaşlar. Sinirliyim.. "Öfken halkın teveccühüne ihânet edenlere mi; yoksa onlara gereksiz teveccüh gösteren halka mı?" diye soruyorsanız... Galiba ikincisi. Başta kendim olmak üzere, birtakım güçlerin maşası haline gelmiş bu "sektörlere" gösterdiğimiz yakınlığa kızıyorum. Her şeyden kendimizi sorumlu tutuyorum. Bizler "eşek" olduk; ama buna üzülmek yerine sırtımıza vurulan semerin rengini beğendik, hepsi bu. Bugün sohbeti hüzünlü bitiriyorum.

Hepiniz sevgiyle kalın ya da ne yaparsanız yapın... İster uyanıp bir ses de siz verin, ister yorganı kafanıza daha çok çekin...

Mışıl mışıl uyumayı tercih ederek derinleştirdiğimiz bir başka toplumsal yaramız da şurada:
Yanlış Yorumlanan Doğru Bir Kavram: Muhâfazakârlık

Read more »


This post first appeared on Kafa Kimin? Kafa Benim!, please read the originial post: here

Share the post

Nayır Nolamaz! Bunu Bize Yapamazsınız!

×

Subscribe to Kafa Kimin? Kafa Benim!

Get updates delivered right to your inbox!

Thank you for your subscription

×