Get Even More Visitors To Your Blog, Upgrade To A Business Listing >>

Sahibinden "Az Kullanılmış" Temiz Beyin


Gel vatandaş gielll! Sahibinden sıfır ayarında az kullanılmış, çok sulanmış pırıl pırıl beyin bu! Asla üzmez, masraf çıkarmaz abicim. Durduk yere uyanmaz, sorgulamaz; koy önüne ablacım akıllı telefonu, televizyonu, gıkı çıkmaz! Giiel!
Okuyucu: Neslihan'ın da kafaya geldiler herhalde, homur homur...

Ona ne şüphe arkadaş! "Gidiyorlar mı hiç?" diye sorsanız ya asıl... Gitmiyorlar efendim, ne gezer! Bu gidişle sayıları da artacak, tertemiz fıttıracağız. Aslında biliyorum; düşünürken dalıp gittiğim o meşhur duvar var ya, her şey onun başının altından çıkıyor. Sormayın... Gün geçmiyor ki kendime iç bayıcı bir konu bulup dert edinmiş olmayım.



Hız, Tüketim ve Yozlaşma Üçgeninde İnsan


Düşünüyorum da... Öyle bir dönemdeyiz ki, neredeyse yemeklerimizi hap şeklinde sıkıştırıp önümüze verecekler ve kabullenip hayâtımıza devam etmekte bir sakınca görmeyeceğiz. Halbuki eskiden kaygılarımız farklıydı. Daha doğrusu, eskiden kaygılanmaya değer bir şeylerimiz ve kaygı duyabilecek kadar yaşam belirtimiz, insanlığımız vardı. Bu yüzden sosyal medya ve akıllı telefonların yaygınlaşmaya başladığı ilk zamanlarda bizden bir önceki nesil dostluğun, arkadaşlığın ve insan ilişkilerinin ufacık bir cihaza sığamayacağını düşünüyordu haklı olarak. Sığmadı zâten. Günümüzde ise bırakın toplumsal ilişkileri, kişinin kendi iç dünyâsındaki gelişimi ve kendisiyle olan iletişimi bile tehlike altında. Şimdi burada alışıldığı üzere, saatler süren sosyal medya kullanımı dolayısıyla toplumsal ilişkilerin ve âile yapısının risk altında olduğunu falan anlatacak değilim. Dedim ya, o seviyeyi çoktan geçtik... Farkında olmadığımız başka bir tehlike daha var: Hız ve tüketim ya da hızlı tüketim.

Okuyucu: Ay Neslihan bunun için miydi bu kadar laf? Çağımızdaki ukalâlarının ağzından düşmüyor zaten bunlar. Gidiyorum ben, başka siteye gircem!

Yâhu dur Sıkılgan Şirin! Bu bir öz eleştiri, ukalâlık değil... Bahsedeceğim tehlikeler hepimizin mâruz kaldığı ve eğer bir an evvel toparlanmazsak ucumuzdan, kıyımızdan ya da alnımızın tam ortasından yara alacağımız büyük mücâdelenin bir parçası!

Renk Renk, Çeşit Çeşit Kısa Videolar!


Birçok platformda farklı isimlerle moru, lâciverdi çıkarılan, olabilecek her mecrâdan kullanıcıyı kuşatan, kısacık ve mini mini içerik borbardımanı ile insanı serseme çeviren oluşumlar var biliyorsunuz: Kısa videolar... Rahat olun, az önce de dediğim Gibi bu kısacık ve çeşit çeşit içerikler ile toplamda harcadığımız zamânı ve  "bağımlı" olan insanların telefonu bıraktıkları an hissettikleri baş ağrısı, sersemlik gibi fiziksel yan etkileri bir kenara bırakıyorum. Bunları siz kafanızda montajla ekleyin konumuza ben bahsetmişim gibi. Burada özellikle altını çizeceğim nokta, bu içeriklerin insanları serseme çevirmesi ve dikkat sürelerini en aza indirmesi. Böyle söyleyince çok önemsiz geldi kulağınıza değil mi? Öyleyse okumaya devam edin lütfen ve yazının sonunda tekrar görüşelim.


Günümüzde internet sitelerinin verimliliği hakkında araştırma yapan uzmanlar, kullanıcıların bir web sitesinde sayfa hızına bağlı olarak verdikleri tepkileri incelediklerinde şu sonuçlara ulaşmışlar: Her 5 kişiden 4 tanesi yavaş yüklenen sitelerden rahatsızlık duyuyor ve sayfa hızında problemle karşılaşan kullanıcıların %78'i web sitesindeki teknik sorunların ve yavaşlığın sinirlenmelerine ve gerilmelerine yol açtığını belirtiyormuş. Hatta %46'lik bir  kesim de yükleme hızı düşük olan sitelerle çalışmadıklarını ve bu sitelere bir daha uğramadıklarını eklemişler.1 Peki bunun konumuzla ilgisi nedir dersiniz? (Sıkılgan Şirin anladı:)) Bu incelemeye göre, herhangi bir web sitesine tıklayan kullanıcı, sitenin yüklenme hızı yeterli değilse "geri" tuşuna basıyor ve kendini siteden dışarı zor atıyor. (Kendimden de biliyorum, ne yalan söyleyim?) Birdenbire hayâlimde, bomba olan binâdan kendilerini son anda dışarı atan Hollywood oyuncuları belirdi :) Peki ama hep birlikte nereye yetişiyoruz? Sitenin açılmasından artırdığımız 2 sâniyeleri biriktirerek diyabetin çaresini mi bulduk meselâ? Pentagon'a sızacaktık da 2 sâniye farkla mı geciktik, nedir yâni? Bu noktada Ahmet Hamdi TANPINAR'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü kitabındaki şu cümleler geldi aklıma ve ister istemez gülmeye başladım:

"(...)iyi ayarlanmış bir saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez! Halbuki biz ne yapıyoruz? Bütün şehir ve memleket ne yapıyor? Ayarı bozuk saatlerimizle yarı vaktimizi kaybediyoruz. Herkes günde saat başına bir saniye kaybetse, saatte on sekiz milyon saniye kaybederiz. (Kitabın bahsettiği yıllarda nüfus 17-18 milyon civârında) Günün asıl faydalı kısmını on saat addetsek, yüz seksen milyon saniye eder. Bir günde yüz seksen milyon saniye yani üç milyon dakika; bu demektir ki, günde elli bin saat kaybediyoruz. Hesap et artık senede kaç insanın ömrü birden kaybolur. Halbuki bu on sekiz milyonun yarısının saati yoktur; ve mevcut saatlerin çoğu da işlemez. İçlerinde yarım saat, bir saat gecikenler vardır. Çıldırtıcı bir kayıp...  Çalışmamızdan, hayatımızdan, asıl ekonomimiz olan zamandan kayıp."2
Ahmet Hamdi TANPINAR - Saatleri Ayarlama Enstitüsü (Fotoğraf-a) 3

90'lı Yıllar da Bi Başkaydı Be! 

Herkes kendi çocukluk ve ilk gençlik yıllarını bir başka sever, bilirim. Aşağıda zaman sırası olmaksızın bahsedeceğim detaylara, çocukluğunu 90'larda (ilk gençliğini 2000'lerde) yaşayan okuyucuların çoğu âşinâdır. İnternetin ilk yaygınlaştığı zamanları hatırlayalım. Hani şu evdeki internet kotasının 4 GB olduğu ve kota dolmasın diye video falan seyretmekten kaçındığımız dönemler... Ola ki kotamız 3 GB seviyesini aştıysa eyvah... Ev halkında birbirini suçlayan bakışlar, fonda yükselen gergin müzik, gelmek bilmeyen ayın 1'i... Yâni diyeceğim, o günlerde tıkladığımız sitenin 2 sâniyede açılmaması gibi bir derdimiz var mıydı meselâ? Yâhu bırakın web sitesinin hızını, bilgisayarımız donardı ve dakikalarca açılmasını beklerdik.

Peki ya tuşlu telefonlarımız? İletişim kurmak istediğimiz kişiyle kontör yokluğundan mütevellit karşılıklı "çaldırarak" saatlerce konuşmuş kadar mutlu olmamız? Sonrasında telefon operatörlerinin çıkardıkları 5000 SMS'lik paketlerle yüz yüze olsak on dakikada konuşup bitireceğimiz bir konu için saatlerce yazışmaya çalışmamız? Bu gecikmeli ve zahmetli iletişimden mutsuz olanımız var mıydı? Aksine, telefonumuza mesaj geleceği ya da "çağrı bırakılacağı" zamanlar (o dönemler telefonla konuşmak icât edilmemişti :) ) televizyondan ya da tuğla gibi olan bilgisayar hoparlöründen gelen "cıttırı cıttırı cııııt" sesleriyle heyecânımız tavan yapmaz mıydı? Peki ya sâdece beğendiğimiz şarkıya denk gelip dinleyebilmek için Kral TV'nin başında bekleyerek harcadığımız saatler? Aslına bakarsanız sözün burasında şunu da kabul etmek lâzım ki, 90'lı ve 2000'li yıllarda çok da hayırlı işler yapan gençler değilmişiz ve bizleri bugünün hız, tüketim ve yozlaşma üçgenine hazırlayan şeyler o günlerde ilgilendiğimiz boş işlermiş. (Ah, ne zor îtiraf ettim bunu...) O konuyu ayrıca farklı bir günde tartışırız elbette; ama burada bahsettiğim konuyu anladığınızdan eminim. Ayrıca, aşağıdaki fotoğrafı görünce bir ucûbeymişim gibi bakan okuyucular... Evet arkadaşlar, taş devrinde yaşadım ben. 300 yaşındayım. Fakat bu anlattıklarım gerçekten 1800'lü yıllarda yaşanmadı. Bahsettiğimiz konuda taş çatlasın yirmi yıllık bir süreçte bulunduğumuz şekle evrildik. "Nasıl oldu bu iş?" diye kurcalarsak da aylarca konuşurum, susmam ha :) O yüzden bugün sâdece kısa videolar diye bahsedilen "içerikler" ile konuya yalnızca anahtar deliğinden şöyle bir bakıp çıkacağız. 


Bedâva Peynir Sâdece Fare Kapanında Olur


Farkındaysanız kısa videolara "içerik" diyorum; çünkü âcilen tüketilmesi planlanan o kısalıktaki videolarda adamakıllı bir konu bütünlüğü bulmak imkânsız. Yüzlerce, belki binlerce bu şekilde içerik satışa sunuluyor ve sayfa sâhipleri bunları bazen açık artırma yolu ile çok ucuza, bazen de normal piyasa fiyatı ile forumlar üzerinden satın alıyor. (Şâhit oldum) Bu kişiler gerçekten insanlarla komik ya da eğlenceli videolar paylaşmak isteyen bir güruh olsa yine neyse... Bunların çoğu, sizin dikkat ve zamânınızı satın alarak kendisine sayfadan menfaat sağlayan şarlatanlar. Bir kısmı para kazanıyor, bir kısmı da fenomen olup özel hediyelerle çeşitli markalar tarafından şımartılıyor. Hatta bu işin daha farklı bir pazarı daha var. Geçtiğimiz günlerde farkettim ki sosyal medya platformlarından biri 10 kişiye dâvet gönderip sisteme üye kazandırdığınız taktirde para ödülü vermeyi vâdediyor. İşin garibi, bir kişi de çıkıp "Bedâva peynir fare kapanında olur arkadaş!" demiyor... Dahası da var: Dâvet edilen 10 kişinin sisteme üye olması da yeterli değil. Bu yeni üyelerin 10 gün boyunca, günde yarımşar saat video seyretmesi şartı koymuşlar. Yâni 10 kişinin kanına girip bağımlı yapmanız karşılığında para kazanacağınız bir sistem! Her şeyi bırakın bir kenara.. Yâhu biz ne ara bu kadar omurgasız, ilkesiz, akışkan, bulunduğu kabın şeklini alan, yumuşacık bir şey olduk! 

Tatlı tatlı anlatıyordum ne güzel, geldiler yine... Her neyse, çok bilimsel bir şekilde devam ediyorum: Video yayınlarında ve geçmiş internet kullanımlarınızda göz hareketlerinize, göz bebeklerinizin büyüyüp küçülmesine ve ekranı kaydırma sürelerinize göre ilgi alanlarınızı keşfeden ve size özgü bir algoritma şekillendiren sistem sizi, videolardan çıkmak istemeyeceğiniz şekilde ve sıralı halde içerik bombardımanına tutuyor. Beyninizi mâruz bıraktığınız bu içerikler de bir süre sonra, sistemin tam da planladığı gibi, hayatta karşılaştığı her şeyde aynı hızı talep eden ve hızlandırılmış bu hayattan da (gâyet normal olarak) eskisi gibi keyif alamayan, depresif, mutsuz, boşluğa düşmüş, sağlıklı düşünemeyen, kendisine sunulan içeriklerdeki subliminal mesajlarla dolmuş, uzun süre bir şeylere konsantre olmakta güçlük çeken ve  düşünmekten âciz kalan bir beyin olarak sizlere geri dönüyor.


Tembellik ile Gelişmişlik Arasında Hız Kavramı


Peki, hızı toplumsal bir gelişmişlik seviyesi şeklinde bize pazarlayan ve çoğu toplumda da kabul gören bir başka anlayış daha yok mu? Var elbette. Ancak bilinçaltımızda kabul gören gerçek biraz daha farklı. Söylemek istediklerimi ana hatlarıyla ifâde edebilmek için, ince detaylarını tam olarak hatırlayamadığım (bilenler şenlendirsin lütfen) ufak bir argüman paylaşmak istiyorum sizlerle: Geçmiş zamanlarda iyi bilinen bir marka, içine bozuk para atıldığında altındaki bölmeden kutu içecek alabileceğiniz bir makine tasarlıyor. Biz buna içecek makinesi diyelim kısaca. Makineyi öyle geliştiriyorlar ki, üstten bozuk parayı attığınız an aşağıdan sessiz ve jet hızında kutu içecek gelecek şekilde dizayn ediliyor. Makine kullanıma açıldığında ise garip bir şey oluyor: Parayı attıkları an aşağıda içeceği gören kullanıcılar kısa bir şaşkınlık yaşıyor. Öyle ki, makineyi kullanan insanlar makinede bir bozukluk olabileceğini, hatta içerden gelen içeceğin de bayat ya da sorunlu olabileceğini düşünmeye başlıyor. Bunun üzerine mühendisler tekrar düşünüyor ve bozuk para atıldıktan sonra makinenin içinde bir döngünün başladığını ve içeceğin aşağı doğru kaydığını ifade eden seslerle makineyi tekrar tasarlıyor. Yâni insan tabiatı, bir sonuca ulaşmak için bir sürecin ve çabanın olması gerektiğini biliyor ve bu "sabır" ile desteklediğimiz acı ama tatlı oluş sürecini tadıyla tuzuyla yaşamak istiyor. Sonuç olarak bugünkü sistemin bizi dönüştürdüğü tanımlanamayan cisim ile gerçek tabiatımız dâima çakışıyor. Olması gereken şeyler olmuyor ve bir şeylerin tam yaşanmadığı hissiyâtıyla boşluğa düşen insanda psikolojik sıkıntılar boy göstermeye başlıyor. Görüyorsunuz ki, fiziksel olarak yaşadığımız sersemliği, baş ağrısını falan geride bırakacak bir sorun bu..

Okuyucu: Sorma bacım! Benim gelinin de elinden telefon düşmüyor, başına da bir ağrı duruyor, salak oldu iyice...

Şimdi ablacım, ben dedikoduyu sevmem. Ama senin gelinin hâli hal değil. Benim komşunun oğlan da bik bik vik vik :)

İnsanları Hayvanlardan Ayıran Ne Kalacak?

Şaka bir yana dostlar, bu videolara uzun süreli maruz kalan bir insanın iki saat süren bir filmi seyretmesi ya da bir kitabı baştan sona bitirebilecek dikkat seviyesini koruması mümkün mü? "Ne var bunda?" demeyin.. İnsan iki sayfa okuyamayacak aşamaya geldiğinde karakterinin, ilminin, kültürünün ve gelişim sürecinin nasıl etkileneceğini bir düşünelim. Bırakın okumayı, düşünme ve muhâkeme yetisinin ne kadar yıpranabileceğinin farkında mıyız? Zekâ, irâde, muhâkeme ve benzeri zihinsel kavramların çalıştırılmadıkça tıpkı kollarımız, bacaklarımız gibi pas tutacağını, hantallaşacağını ve nihâyet bu tehlikenin insanlığımıza ve mâneviyatımıza kast edeceğini anlamıyor muyuz?

Düşünmeyen, okumayan, okusa bile dikkatini verip de anlayamayan, bir film seyrederken bile dikkatini toparlayamayan ya da sıkılan, kısacası yavaş yavaş ve farkettirmeden bir robota dönüştürülen insanı, yani bizi,  hayvanlardan ayıran ne kalacak dersiniz? Yazımın burasında Sabahattin ALİ'nin İçimizdeki Şeytan kitabından bir alıntı paylaşmak istiyorum:

"Bu hayatın bir manası olmak icap ederdi. İnsan dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı! Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı. Lakin tembelliğe alışmış olan kafası bunu bulamıyor, bulmak için uğraşmaya üşeniyor, yanlış ve bayağı olduğunu sezdiği şeyleri de kabul edemediği için selameti firarda buluyordu... Her şeyden, her derin düşünceden, her üzüntülü nefis muhasebesinden kaçmayı itiyat edinmişti."4

Dayanamayacağım, bir alıntı da Peyami SAFA'nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu kitabından:

"Görülecek, işitilecek, tadılacak, okunacak, yazılacak, yapılacak o kadar çok şey birikiyor ki, bundan sonra hayatımın bütün bunlara yetişmeyeceğinden korkuyorum."5



İşte tam da bu noktada, hayatta yapılacak onca şeye karşı kısıtlı bir vaktimiz varken ve bu vaktimizi telefon karşısında çarçur ederken "Bir ah çeksem karşıki dağlar yıkılır!" modunda bütün Sıkılgan Şirinler'e tekrar soruyorum: Hâlâ aynı fikirde misiniz canlar? Anaaa.. Gitmişler bile...

Bâzı şeyler hiç değişmez dostlar, unutmayın. Birçok şeyin değişmeyeceğini bildiğim halde inatla haykırdığım bir başka yazımı da ekliyorum buraya. Okuyanlara, değerli vakitlerini ayırdıkları için teşekkür ediyorum. Bugün, kalan hayatımızın ilk günü. Sevgiyle...

Kadının Fendi Kendi Başını Ye(n)di!


Read more »


This post first appeared on Kafa Kimin? Kafa Benim!, please read the originial post: here

Share the post

Sahibinden "Az Kullanılmış" Temiz Beyin

×

Subscribe to Kafa Kimin? Kafa Benim!

Get updates delivered right to your inbox!

Thank you for your subscription

×